SAVRULANLAR

Esmahan Aykol'u polisiye romanları ile tanıdık. İstanbul'da kitapçılık yapan Alman kadın karakterinin cinayetleri çözdüğü “Kitapçı Dükkanı” ve “Kelepir Ev” hem Türkiye'de ilgi gördü, hem de yabancı dillere çevrildi.

Aykol, bu kez kendi türünün dışında bir romanla okuyucu karşısına çıkıyor; “Savrulanlar” (Merkez Kitaplar). Romanın kahramanı ve anlatıcısı Ece, evli sevgilisini hayatından çıkartmaya karar verir ve bunun çözümü olarak da Londra'ya kuzeninin yanına gider, kaçar. Bu gönüllü göç hikayesi bir zorunlu göç (tehcir) hikayesi ile birlikte gelişir. Ece bir yandan kendi yaşadıklarını anlatırken diğer yandan da büyükbabasının kendisine anlattıklarını bize nakleder.

Ece, ticaret lisesini bitirmiş, meslek liseli olduğu için üniversite giriş sınavı puanlama sisteminden dolayı üniversiteyi kazanamamış, muhasebeci olarak çalışmaya başlamıştır. Ama üniversiteye gitme arzusu sürdüğü için bir yandan çalışırken bir yandan da üniversite hazırlık kurslarına devam etmektedir. Dersanedeki bir kız arkadaşının ağabeyi olan Tamer'le tanıştıktan sonra hayatı değişir. Ona tutkuyla bağlanır, aşık olur. Tamer'in evli olduğunu öğrenmesi de durumu değiştirmez. Onun yeni evlenmesine, kısa bir süre sonra çocuk sahibi olacak karısından ayrılmasını umud eder. Tamer'in karısından ayrılmak niyetinde olmadığını anlaması için yıllar geçmesi gerekir.

Bu dramatik ama çok rastlanan aşk hikayesini okurken bir yandan da Ece'nin büyükbabası ile ilişkisinin izleriz. Büyükbaba için Ece tek torundur, çünkü küçük yaşta kaybettiği annesine benzetmektedir onu. Diğer torunlarını görmez, zamanını hep Ece ile geçirir, ona kendi hayatından öyküler anlatır, okuması için destekler, eğitir, torununun geleceğini garantiye almak için onun adına özel bir banka hesabı açar para yatırır.

Büyükbaba 1919 Hakkari doğumludur ama aslen Van Gevaş'lıdır. Van'da gümüş ustalarının yanında çıraklık yapmış, sonra İstanbul'a gelmiş kuyumculukta ustalaşmış, kendi atölyesini ve sonra dükkanını açmıştır.

Esmahan Aykol, romanının başkahramanı Ece'nin büyükbabasının hikayesi üzerinde derinleşir, bu yazarın tercihi kuşkusuz ama kuyumculuk ve babaanneyle tanışma öykülerinin uzun ve ayrıntılı anlatılmasının okur olarak bizi romandan koparttığını da belirtmemiz gerek.

Aykol, polisiye romanlarında alıştığımız anlatımından çok farklı bir anlatım ve roman yapısı tercih etmiş. Diyaloglarla gelişen, daha çok röportaj havasında bir anlatımı var. Büyükbabayla da, daha sonra Londra'ya gittiğinde kuzeni Aylin'le de aynı biçimde, röportaj biçiminde diyaloglar gelişiyor. Onlar anlatıyor Ece dinliyor, arada kısa sorular soruyor. Çeşitli konularda görüşlerini aktarmak amacıyla sürekli roman kahramanlarını konuşturan, hatta tartıştıran Alev Alatlı'nın romanlarını hatırlatıyor.

Oysa elde bir (hatta iki) roman oluşturacak malzeme var. Ece'nin aşk ve aile ilişkileri ve Londra'ya gönüllü sürgünü de, büyükbabanın hayat hikayesi de başlı başına ilginç. Kolayca bir olay örgüsü kurulabilir, anlatılmak istenenler roman yapısında iletilebilirdi. O zaman bir gerilim, merak unsuru oluşurdu..

Belki bir ayrıntı ama, büyükbabasının kendisi için biriktirdiği parayı değerlendirmesi bile bir roman, en azından birkaç bölüm olabilir. Oysa bir paragrafta geçip gidiyor. Ticaret lisesi mezunu, muhasebeci Ece'nin yerinde yatırımlarıyla 1995'de yaklaşık 7,5 milyar lira olan para o yılların ekonomik bunalımlarından zarar görmek bir yana hızla artıyor ve 1,75 trilyon oluyor. Londra'ya giderken Ece'nin cebinde bu para vardır. Ece'nin Londra'daki dil kursu parasını ve kirasını nasıl ödediğini açıklamak amacıyla bulunmuş bir çözüm gibi, ama inandırıcı değil. Çünkü Ece'nin bu parayı yönetme ustalığı hakkında daha önceden hiçbir bilgimiz yok.

Londra'daki gönüllü sürgünlük oldukça güç koşullarda yaşanıyor. Şartlar kötü ve hayat çok pahalı, para kazanmak da çok zor. Ama Ece, parasını harcamıyor, aksine boğaz tokluğuna bir aşevinde bulaşıkçılık yapıyor, bir yandan da İngilizce kursuna gidiyor. Kendisi gibi Londra'ya savrulup gelmiş insanlara tanışıyor onlarla söyleşiyor, yani yeni röportajlar yapıyor.

Söylediğim gibi, romanın yapısı, anlatıcıyı ve doğal olarak bizi büyükbabanın hikayelerinden uzaklaştırıyor. Ama yazar, romanın yapısında organik bir bağ kuramasa da büyükbabanın hikayesini de anlatmak istiyor. Çözüm şöyle bulunuyor; gecelerini renklendirmek için kuzenine büyükbabasının kendisine anlattığı masalları, hikayeleri anlatıyor. Kendi deyimiyle "Dengbêj", masal anlatıcı oluyor. Kuzeni, halasının kızı Aylin, masal dinlemekte pek istekli değil, aralarında tartışma çıkıyor.

Ece, Dengbêj'lerin bir ödeme karşılığı masal anlattıklarını söyledikten sonra şöyle devam ediyor; ""Ama sana karşılıksız anlatırım masallarımı," dedim Aylin'e. Biraz kırgın ekledim. "Gerçi dinlemek isteyen yok."

"Offff," diye bağırarak acımış gibi başını tuttu Aylin. "Bu taş bana mıydı?"

"Sahiden hiç merak etmiyor musun? Büyükbabam, annesinin nasıl öldüğünü bile öyle güzel anlatmıştı ki bana… Bölgeden bir efsane gibi."

"Ermeni olaylarında ölmemiş miydi annesiyle babası?"

"Yoo. Nereden çıkardın bunu?"

"Annem söyledi… Yani annem, dedemin Ermeni olduğunu söyledi, ben de 'ailesi Ermeni olaylarında ölmüştür o zaman', diye düşündüm. Biliyor musun, dedemin Ermeni olduğunu o öldükten sonra öğrendim ben. Babamın bilmediğini, kimseye söylemememi tembih etti annem sıkı sıkı. Ne diye söyleyeyim zaten?"

"Van'da Osmanlılarla Ruslar arasındaki büyük bir savaş olmuş, büyükbabamın babası o sırada ölmüş," dedim." (sayfa 85). Uzunca bir alıntı yaptım çünkü romanın anlatıcısı Ece'nin büyükbabasının Ermeni asıllı olduğunu daha önce bilmemesi önemli. Çünkü anlattığı tüm masallar aslında birer Ermeni efsanesi ve daha sonra biraz ansiklopedik ya da kitabi olsa da anlattığı bir hikaye de Ermeni Tehciri ile ilgili. İtalyan sevgilisi Emanuele'ye "On dört yaşındaydım bu hikayeyi ilk ve son kez duyduğumda" diyor (sayfa 180). Anlatıcı kuzeni ile birlikte bizi de mi aldatıyor, yani dedesinin Ermeni asıllı olduğunu bilmesine rağmen bize söylemiyor, yoksa bir teknik hata mı söz konusu? Bence, bir teknik hata var, çünkü baştan beri açıkca söylenmese de anlatılan masalların, hikayelerin içinde sürekli Ermeni adları geçtiği için bunu anlıyoruz. Zaten, kitabın arka kapak yazısında da "tehcir" sözcüğü okunuyor.

Roman biraz Londra, biraz dedenin hikayeleri ile devam ediyor. Ama kendimizi zorlamazsak okumayı sürdürmemiz olanaksız. Yazar da bunun farkında olsa gerek ki Londra'daki sürgünlerin küçük küçük öyküleriyle romanı renklendirmekle kalmıyor, araya bir aşk macerası, İtalyan sevgili ve hatta sonradan izini sürmese de şüpheli bir intihar olayı katıyor. Bu gelişmeler de akıcılığı sağlamaya yetmiyor. Bu arada biz sadece altı aydır Londra'da olmasına ve sık sık ingilizceyi öğrenemediğini ve doğru dürüst ingilizce konuşup kendini ifade edemediğini belirtmesine rağmen Ece'nin dedesinin hikayesini sevgilisine uzun cümlelerle ayrıntılı olarak anlattığına şahit oluyoruz.

Dengbêj'lik görevi bir yerde bitiyor, büyükbabanın anlatacak hikayesi kalmıyor ve romanı da bitirmek gerekiyor. Tabii ki mutlu sonla. Ece, bir süre tereddüt ettikten sonra İtalyan sevgilisinin evine yerleşiyor.

Onlar erdi muradına biz çıkalım kerevetine!…

Yorumlar