Yahudi Efendi

Metin Celâl

Adam Zakir, Vahideddin’in herkesçe bilinen oğlu Ertuğrul’dan önce doğmuş oğludur. Yahudi asıllı bir anneden doğmuş olduğu için veliaht olma şansı da yoktur, hatta kayıtlara bile geçmemiştir. Saraydan uzakta, bir köşkte büyütülür. Dört yaşında konuşur, ilk anlaşılabilir sözcükleri tam bir cümledir, “Tanrı nerede?” Sanıyorum romanın anahtar cümlesi budur. Tanrıyı arayış, romanın kahramanın en önemli sorunu olacaktır. Tanrıyı arayış aynı zamanda tek tanrılı dinlerin anlaşılmaya çalışılması, sorgulanması da demektir. Adam, tam da bu sorgulamalara uygun bir evde doğmuştur. “Annem bir Sefarad Yahudi’siydi ve Ladino dilini konuşurdu; babam bir Türk’tü ve Sünni Müslüman’dı; mürebbiyem bir Fransız Katoliği’ydi; tarih öğretmenim Şii’ydi ve Arapça konuşurdu; hahamım İbranice konuşurdu; müzik öğretmenim Ermeni’ydi; İslam’ın farklı bir yorumuna inanan bir de haremağam vardı. Hepsi bir çeşit Türkçe konuşurlardı” diye anlatır durumunu.

Roman 1905’de bu çok renkli, bir anlamda Osmanlı İmparatorluğu’nun mevcut yapısını temsil eden evde başlar. Adam, annesinin kendisini gizlice bir Yahudi olarak yetiştirmesine rağmen öğretmenlerinin dini olan Hıristiyanlığa inanır. Ama orada kalmaz din/tanrı arayışları roman boyunca gelişir. Hıristiyanlıktan sonra, Ateist, Yahudi ve Müslüman olur. Roman boyunca gelişecek bir başka duygu da öldürülme korkusu ve ona bağlı olarak ölme isteğidir. Önce intiharı dener, beceremeyeceğini anlayınca, bir an önce kendi eceliyle ölmeyi diler.

Romanın orijinal adının “Tanrı’ya ve Deliliğe Dair” olduğunu öğrenince ana temanın böyle gelişmesi de daha anlaşılır oluyor. Romanın adı içeriğini belirliyor. Toksöz B. Karasu, ünlü bir psikiyatristmiş. Amerika’da yaşıyor. Anlaşılan İngilizce’ye Türkçe’den daha çok hakim ki eserlerini İngilizce yazıyor. Bilimsel eserlerini olduğu gibi bu kitabı da Türkçe’ye Handan Balkara çevirmiş. Yazar, romanın Türkçe çevirisine “Yahudi Efendi” (Everest yay.) adını uygun görmüş. Son zamanlarda peşpeşe çıkan “Efendi” kitaplarının yarattığı çağrışımları düşünmezseniz doğru bir seçim. Romanın kahramanına “Yahudi Efendi” diye hitap ediliyor. Ama doğrusu, ben de bir çok okurun kapılacağı bir izlenimle “Efendi” kitaplarının bir benzeri sandım, “sabetayizm” araştırmalarına (!) yeni ne katkıda bulunmuş diye okumaya başladım ve tamamen bambaşka bir konuyla karşılaştım.

1905’de İstanbul’da başlayan Adam Zakir’in yaşamı 1947’de Kudüs’te noktalanıyor. 20. yüzyılın ilk bölümünün hikayesi de diyebiliriz. “Yahudi Efendi”, kahramanının ağzından yazılmış bir biyografi yapısında. Kronolojik olarak gelişiyor.

Annesi Yahudi olduğu için tahta geçemeyeceğini öğrenen Adam Zakir, talihin garip bir cilvesi ile Cumhuriyet ilan edilip hanedanın yurtdışına yollanması sırasında kendisine tebliği edilen yurtdışına çıkış emri ve verilen pasaportla hem baba olarak Vahideddin’e resmen kavuşur hem de hanedandan olduğu yine resmen onaylanmış olur. Bir süre İstanbul’da gizlenip, misafir öğrenci olarak tıp öğrenimi gördükten sonra bir gün yakalanıp sınır dışı edilir.

Adam Zakir, bindirildiği trende tesadüfen saray katiplerinin bulunduğu kompartımana konur. Katiplerin San Remo’da sürgünde bulunan Vahideddin’in yanına gittiklerini öğrenince onlara katılır. Oraya ulaştıklarında Padişah’ın o gün öldüğünü öğrenirler. Adam, ortada kalmıştır. Tesadüfler burada da devreye girer ve Adam yolda kalmış bir Mercedes’i yardım amacıyla tamir edince Paris’e gitme şansına kavuşur. Gidilen adres Doktor Lugner’lerin evidir ve Adam, Lugner’lerin bir süre önce ölen oğullarına tıpatıp benzemekle kalmamakta, aynı adı da taşımaktadır. “Tesadüfün bu kadarına pes!” demez ve romanı okumayı sürdürürseniz iyi edersiniz.

Dr. Lugner, hem dine bağlı görünen bir Yahudi hem de özellikle yaptığı yasadışı kürtajlarla tanınmış bir doktordur. Adam, daha önce nasıl Hıristiyanlıktan ve ateizmden soğuduysa doktorun sahte tavırları ve dini kendi işine geldiği gibi yorumlaması nedeniyle Yahudilikten de soğur. Doktorun yardımcılığını yapmaya başlayan Adam, onun yasadışı kürtaj operasyonlarına katılmakla kalmaz, kısır kadınların doğum yapmasını sağlayacak yeni buluşu olan “mekanik dölleme” işleminde de meni sağlayıcısı olur. Kısır babaların menileri yerine Adam’ın menisi kullanılır. Başarı sağlanır. Bu operasyonlardan biri Sorbonne’da okuyan Türk genci Cemil Karasu’nun Fransız-Yahudi karısı Sabina’ya yapılır. Nevim doğar. Karasu’lar daha sonra Türkiye’ye kaçarken Adam’ın biyolojik babası olduğu bir diğer çocuğu, Lugner’lerin torunu Amiti’yi de yanlarına alacaktır.

Cemil Karasu adı dikkatli okura yabancı gelmeyecektir. Kitabın başında “Babama… namsız şair ve düşünür Cemil Karasu’ya” ithafı vardır. Bu ithafla romanın 201. sayfasındaki olayları bir araya getirdiğimizde ister istemez akıl yürütüyor ve kitabın yazarı Toksöz B. Karasu’nun biyolojik babasının Adam Zakir olduğunu, dolayısıyla dedesinin de son padişah Vahideddin olacağı sonucuna ulaşıyoruz. Yazar, ilk sayfaya “bu kitaptaki yer alan olaylar tamamen hayal ürünüdür” cümlesini koymuşsa da “Acaba bir roman değil de gerçek bir biyografi mi okuyorum?” sorusu kafamıza takılıyor. Çünkü kitapta baştan itibaren bir çok gerçek isim geçiyor. Bizim tanıyıp bilmediğimiz isimler de neden gerçek olmasın? Belki de hoş bir fantezidir. Bir merak eden çıkar, araştırır umarım.

Takıldığım bir şey de şu; Adam Zakir, İstanbul günlerinde “Cağaloğlu semtinde, Sultanahmet Camii’ne nazır” Hotel Claude Farrere’de kalıyor. Benim bildiğim kadarıyla Claude Farrere, “Türk dostu” olarak bilinen bir Fransız yazarı. İstanbul’da bulunmuş. 1876 – 1957 yılları arasında yaşamış. Daha sonra da ismi Cağaloğlu’nda bir sokağa verilmiş. Romanın geçtiği tarihte orada bir Hotel Claude Farrere olması pek olası değil. Acaba, yazarda bir bilgi eksikliği mi var, yoksa hoş bir espri mi yapmış, anlayamadım.

Adam Zakir’in Paris’teki günleri İkinci Dünya Savaşı’nın başlaması ve Paris’in işgali ile noktalanır. Adam, kendini Nazilerin Drancy aktarma kampında bulur. Doktor olması sayesinde revirde görevlendirilir ve hayatta kalır.

1941’de bir tesadüfle kaçar ve İstanbul’a ulaşır. Yıldız Sarayı’nda gizli olduğunu sandığı hazineyi ararken yakalanır ve poliste padişah Vahideddin’in oğlu olduğunu söyleyince akıl hastanesine sevk edilir. Orada mutlu bir tesadüfle çocukken kendisini tedavi eden Doktor Mahzar Osman’la karşılaşır. Doktorun İngiliz Büyükelçiliği’nden onun için aldığı vize ile ünlü Struma gemisine biner ve Filistin’de yeni kurulan İsrail devletine doğru yola çıkar. Gemi onun bindiği seferinde batmadan Yafa’ya ulaşır. Talihi yardım eder Kudüs’te iyi bir Müslüman olan Hoca Nasır’ın yanına yerleşir. Daha önceki din maceralarına benzer bir macerayı da Hoca ile yaşar. Aradığı dini bulduğunu düşünürken Hoca’nın müslümanlığının sadece görüntüde olduğunu, dini işine geldiği gibi yorumladığını görür. “Üç dini inanıcın ortasında inançsız kalmış”tır. “Tanrıyı tanımlanmış haliyle bulamıyorsam onu yeniden tanımlamalıyım” der. Aslında, “kendine bir anlam verebilme amacıyla arıyordur Tanrı’yı.” Bu arayışta sonuç olarak öğrendiği “aslında hayatın bir anlamı olmadığı”dır. “Gerçek nefsinizi bulduğunuzda anlam kendi içinizde evrilecektir.”

“Yahudi Efendi” akıcı bir dille yazılmış. İngilizcesini bilemem ama Türkçe’de Toksöz B. Karasu’nun dili oldukça iyi. Dil tercihi biraz daha çağdaş olabilirdi. Eski yıllarda örneğin ellilerde altmışlarda yazılmış da sanki yeni basılmış gibi bir havası var.

“Yahudi Efendi” bir macera romanı havasında ve okuru kendine bağlıyor. Bir yandan 1905 – 47 yılları arasındaki önemli olaylara bir yerinden şahit olurken diğer yandan hayatın anlamı üzerinde düşünüyorsunuz. İlk bölümlerdeki olay ve kuram dengesi özellikle romanın sonuna doğru kuramdan yana ağır basıyor. Bu kadar felsefe fazla değil mi, diye bir duygu oluşturuyor ama rahatsız etmiyor. Bazen de yazarın mesleğinin ağır bastığını görüyorsunuz, kahramanlar “Sara’nın bu kronik psikolojik isyanının maksadı neydi?”, “Çatısı altında yaşayabileceğim emniyetli bir psişik yuva arıyorum kendime,” “Yeter artık, bu sahte enigmatik derinlik saçmalığına bir son ver,” gibi cümleler kuruyorlar. Neyse bu tip örnekler çok değil.

Çok fazla tesadüf var. Tesadüfler olmasa sanki roman akmayacak. Bir süre sonra bu durum insanı rahatsız ediyor ve yapaylık duygusu uyandırıyor. Bir örnek vermek gerekirse, babası Vahideddin’in yanına saray katipleriyle tesadüfen trende karşılaştığı için değil de kendi aldığı bir kararla gidebilirdi. Roman metninin üzerinde biraz çalışılsa bir çok tesadüfün yerine daha inandırıcı geçişler bulunabilirdi.

“Bu kadar kusur kadı kızında da bulunur” diyebiliriz. Ne de olsa okuduğumuz bir ilk roman.

Yorumlar