ZAMAN GERİYE DÖNMEZ

Mişon, doksan yaşında bir sanatçıdır. Resim yapar, akordeon çalar. Yaşından umulmayacak bir dinçliktedir. "(…) giysilerindeki renk uyumu hemen göze çarpan, uzun beyaz saçları enseden kuyruk yapılmış, kar topağını andıran sakallarıyla dinç bir ihtiyar." Romanın anlatıcısı Mişon'u bir televizyon programında tanır. Ekranda "doksanlık delikanlıdan, uzun, sağlıklı ve mutlu yaşamın sırları" diye bir alt yazı geçtiğini görünce programı izlemeye başlar. İlk izlenim, doğru izlenim olacaktır; Mişon'un baskın tavırları vardır, "tuhaf bir çekim alanı yaratıp o alanın derinliklerinde karşısındakini içten içe eziyordu. Kendini önemseyen, çevresindekilere de önemsetmeyi başaran bir duruşu vardı(r)". Romanın anlatıcısı Mişon'un heyecanlı ve coşkulu konuşmasından etkilenir ve onu unutamaz. Aylar sonra bir sergi açılışında karşılaştıklarında da tanışma, görüşme arzusunu dile getirir. Mişon'la hemen arkadaş olurlar. Anlatıcı, Mişon'un evine gitmeye, yemek masasına konuk olmaya başlar.

Ferhan Şaylıman'ın ilk romanı "Zaman Geriye Dönmez" (Merkez Kitaplar), Mişon'un hayat hikayesinin izinde gelişiyor. 90 yaşındaki bu adamın hikayesi aynı zamanda Cumhuriyet'in kuruluşundan bugüne doğru uzanan bir zaman diliminde onun ekseninde Türkiye'nin de hikayesi oluyor. Roman ikili bir yapıda gelişiyor. Bir yandan Mişon'un anlattıklarını izleyerek geçmişe dönüyoruz, diğer yandan da anlatıcının gözlemleriyle Mişon'un bugününe şahit oluyoruz.

Anlatıda bir altın kural vardır. Eğer duvardaki bir silahtan söz ediyorsanız, o mutlaka bir yerde patlar, yani hiçbir şey boşa anlatılmaz. "Zaman Geriye Dönmez"in girişindeki silah hikayesini okuyunca ister istemez insan bu düsturu hatırlıyor. Yazar, okuru daha ilk sayfadan bir beklentinin içine sokuyor; "Acaba silah patlayacak mı? Silah patlayınca ne olacak bir intihar mı, cinayet mi?" İlk izlenimler sonu intihara varan bir roman okuyacağımız yönünde. Çünkü, "Elden ayaktan düşmeden, kimseye muhtaç olmadan, yaşayabileceği her şeyi fazlasıyla yaşadıktan sonra, artık katlanamadığı bu cehennem azabına son vermeye gelmişti sıra. Namlunun ucunu, derisini yırtarcasına şakak kemiğine doğru biraz bastırmıştı. Balkona açılan ön odadaki telefon zili tam o sırada çalmıştı işte" diye bitiyor ilk bölüm.

Ferhan Şaylıman'ın olayları akışına bırakmadığını, romanı için bir yapı kurduğunu ve bu yapı üzerinden giderek hikayeyi anlattığını görüyoruz son sayfayı bitirdiğimizde. Romanın başındaki silahın da, bölüme adını veren şarabın da boşuna olmadığını anlıyoruz. Bölüm başlıkları da aynı biçimde bu planlı yapının birer unsuru. Bölümlerle ilgili anahtar sözcükler, cümleler…

Mişon'un adı bile böyle bir anahtar, simge. İlk sayfalarda, satır aralarındaki küçük ayrıntıları (Mişon'un evinin kapısında yazan isim gibi) kaçırırsanız ya da önemsemezseniz bir Türk Yahudisi'nin hikayesini okuduğunuz izlenimine kapılabilirsiniz. İlerleyen sayfalarda Mişon'un ailesinin "İki yüz yıl önce Konya'dan göç edip Makedonya'ya yerleşen Hocazadeler'in, 1911'de Sırpların başlattığı katliamdan kaçıp Yunan işgalindeki İzmir'e sığındıkları"ndan söz edildiğini okuyunca kafanız biraz karışır. Baba Faytoncu Fettah'dır. Sözü edilen de Balkanlar'ı terk etmek zorunda kalan, muhacir bir aile. "Bu ailenin çocuğunun adı niçin Mişon?" sorusu da okuru meraklandıran unsurlardan…

Babası Giritli bir güzelin peşine düşüp ailesini terk edince Mişon, teyzesi ve eniştesinin ana-baba sevgisi ve gaddar diye tanımlayabileceğiz "kendisine para vermeyen ablasını yere yatırıp kulağına kızgın yağ döküp öldüren" üvey babasının acımasızılığıyla büyüyor. Çocukluktaki bu paradoks gelecekte onun kişiliğinin en belirgin özellikleri olacak; Sevgi ve şiddet.

Mişon, doksan yaşında olmasına rağmen, kadınlar için bir cazibe merkezi. Onu her tanıyan kadın hemen etkisi altında kalıyor. Mişon'un yirmili yaşlarda sevgilileri var. Sadece "Maliye bakanlığında çalışan mutsuz bir memur" olduğunu bildiğimiz anlatıcının aracılığıyla bu ilişkileri de izliyoruz. Üçüncü kişinin ağzından anlatımın ister istemez getirdiği zorluklar var. Kahramanlara derinlemesine nüfuz etmek mümkün olmuyor. Onları ancak anlatıcının gördüğü kadarıyla tanıyoruz. Anlatıcı da sürekli kahramanın yanında olmadığı için bir eksiklik duygusu ister istemez oluşuyor. Yazar bu açığı bir yandan Mişon'un ruhunun derinliklerindeki şiddet eğilimi gibi kişilik özelliklerine sık sık vurgu yaparak kapatmaya çalışıyor. Bir yandan da Mişon'un günlüğüne başvurarak çözmeye çalışıyor. Bu bir süre sonra tekrar duygusu yaratsa da romanın yapısı itibariyle de kaçınılmaz bir durum. Ama genç kızların Mişon'a böylesine kapılmasını, onunla ilişkiye girmesini tam olarak kavrayamıyoruz. Mişon’un ruhunun derinliklerinde gizli olan sevgi ve şiddetin görünmez etkisi altında mı kalıyorlar yoksa!

Üvey babası ile birlikte işçilik yapan Mişon'un hayatı Gazi'nin onların çalıştıkları Nazilli Basma Fabrikası'nı ziyaret etmesi ve orada kahramanımızın onun dikkatini çekmesi ile değişiyor. Gazi'nin gönlü bu küçük muhacirin işçilik yapmasına razı olmuyor ve onun okutulmasını emrediyor. Devlet yardımıyla ilkokulu bitirecek ve daha sonra deniz astsubayı olacak.

Mişon'un hayatına Gazi gibi başka tanıdık isimler de katılıyor; İlkokuldayken eniştesiyle gittiği gazinoda kucağında oturduğu Hafız Burhan, Kasımpaşa'daki "Deniz Gedikli Erbaş Hazırlama Okulu"nda tanıyacağı Hulusi Kentmen, Zeki Müren ve Müzeyyen Senar gibi. Roman bu sayfalarda bir anı kitabı havasına bürünüyor. Sahicileşiyor. Astsubay okulu Mişon'un sanatsal yeteneklerinin ortaya çıkmasını sağlıyor. Çizim gücü, müzik kulağı keşfediliyor, değerlendiriliyor. Onu "Deniz Astsubayı Salih Kolçak" olarak tanıyoruz.

Tüm bu gerçekçi anlatımın arasında genç deniz bahriyelisi ile adalı olgun güzel Anna'nın aşkı biraz hayal mahsulü geliyor. Anna, Heybeli Ada sırtlarında bir konakta yaşıyor ve hizmetçiler, bahçıvanlar, şoförlerle lüks bir hayatı var. Mişon'a Beyoğlu'nda bir ihracat şirketi olduğunu söylüyor. Ama, savaş (İkinci Dünya Savaşı?) kapıya dayanıp Anna Yunanistan'a göç etmeye karar verince acı gerçek ortaya çıkıyor. Anna aslında Asmalı Mescit'te bir randevu evinde çalışmaktadır. Konakta lüks içinde yaşayan bir fahişe!.. Neyse ki Anna geldiği hızla, ama karnında Mişon'un bebeğiyle romandan çıktığı için üzerinde durmuyoruz.

Hulusi Kentmen o sıralar deniz astsubayı, hem savaş yıllarında ağabeylik yapıyor, hem de daha sonra ordudan istifa edip sinemaya geçtiğinde de Mişon'un sanat dünyasına girmesinin yolunu açıyor. Mişon, Zeki Müren'in parfümeri mağazasının tabelasını yapıyor, Müzeyyen Senar'ın saz takımında akordeon çalıyor. Sakalına bakıp "Salih Bey, top sakalınızla gerçekten Yahudileri andırıyorsunuz. Size bundan böyle Mişon desem, ona da alınır mısınız?" diyen de Müzeyyen Senar.

Dokuzuncu Bölümün başlığı "Şirvan". Şirvan bir Kürt kızı. Ağa çocuğu, varlıklı, zeki. Romanın başından beri Mişon'un özlemle andığı eski bir sevgili olarak adı geçiyor ama ayrıntıya girilmiyor. Ama Mişon'un Şirvan'a bir kötülük yaptığını, kızın da onu bırakıp gittiğini, Mişon'un onu pişmanlıkla beklediğini sekizinci bölümün son cümlesinden biliyoruz. Şirvan elinde bir şarap şişesi ile kapıyı çalıyor. Şarabın markası "Le Grimaudin". Birinci bölüme adını veren ve anlatıcımızın şişesini çok beğendiği, Mişon'dan boş şişesini aldığı şarap. Olaylar hızla gelişiyor, finale doğru geldiğimizi hissediyoruz. Şirvan'ın kokainle mücadelesini, o sırada Mişon'la tanışmasını, ona sığınmasını, Mişon'un cinsel tacizini, Şirvan'ın aşık olunan saçlarını kökünden kesip eve terk edişini ve tekrar kokaine başlamasını okuyoruz. Yoğun bir bölüm.

Ve "Veda"ya geliyoruz. Roman bitecek. Yazar, anlatıcının da önemli bir rol oynadığı bir final yazmış. Kitap bir film yapısında aktığı için, okumak isteyenler olabilir diye ne olup bittiğini anlatmayacağım. İyi kurgulanmış bir final. İlk sayfalardaki silahın boşuna romanda olmadığı da böylece anlaşılıyor. Tek takıldığım nokta, anlatıcının canını kurtardıktan sonra niçin kapının önünde beklediği. O dışarı çıkınca içeride yaşananları öğrenmemiz ancak böyle mümkün tabii ama insan davranışı açısından orada merdivenlerde oturup kalır mıydı, bilemiyorum. Sonuçta içeride kötü bir şeyler olacağını biliyor. Bir şey yapar; komşuları çağırır, polis çağırır, kaçar, geri döner kapıyı kırar… Ama orada öyle kalır mı? Belki de kalır.

Neyse ki devamı oldukça hareketli ve sürprizli.

Yorumlar