Amida


Amida, güzelliği dillere destan olan bir kadın hükümdar. Diyarbakır kalesini kara taşlarla yaptırmış. Kentin adı da "Kadın Kenti" anlamına gelen Diyar-ı Bikr olmuş. Bu isim zamanla dönüşmüş, Diyarbakır halini almış. Özcan Karabulut'un ilk romanı Amida, Eğer Sana Gelemezsem'in (Can yay, Mayıs 2008) kahramanı Arat, Diyarbakır'a giderken Amida adlı bir kadınla karşılaşacağını, ona âşık olacağını hayal ediyor.

Arat, Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) bünyesinde çocuk işçiliğin önlenmesi için projeler geliştiren ve bunları uygulamaya çalışan bir uzman. Çocukların işçilikten kurtulup okula gitmesini sağlamaya çalışıyor. Diyarbakır ve Gaziantep'te başlatılan iki projede çalışmak üzere Diyarbakır'a gidiyor. Orada haftalarca kalacak. Yola çıkmadan önce, "Seni mutlu edemiyorum. Benim de mutlu olduğum söylenemez" diyerek karısından ayrılıyor. "Karşılıklı olmayan hiçbir şey istemiyor, kimsenin kimseye görevle bağlanmasını istemiyor."

Arat, 45 yaşında, "orta yaşlı bir adam, yaşına göre genç gösteriyor. Saçlarına pek ak düşmemiş, kaygısız bir görüntüsü var. Bıyıksız, sakalsız (…) kendini yakışıklı buluyor." Bir şehirden diğerine otellerde geçen hayatında kadınlara pek yer yok. Ona yakınlık gösteren, hatta onunla birlikte olmak, sevişmek isteyen kadınlardan da uzak durmuş. Amida'yı, aşkı aramasının temelinde bu durumu da var. Artık sevmek, sevilmek istiyor. Bu isteğin içinde bir tereddüt, geri kaçış gizliyor. Projede çalışan üniversiteli öğrencilerden Deniz'le karşılaştığında kolayca başlayabileceği bir ilişkinin işaretlerini alıyor ama onun çekimine kapılmamak için hemen kendini geri çekiyor.

Diyarbakır, konumu itibariyle çocuk işçilerle ilgili bir çalışma yapmak için zor bir şehir. Büyük sayılarda göç almış. Siyasi, askeri, ekonomik sorunları var. Sokaklar yoksul çocuklarla dolu. Ayakkabı boyayan, su satan, çöp toplayan çocuklar… Kurum ve kuruluşlar projeye ilgi göstermiyorlar. İşin içinde bir işçi konfederasyonunun olması, bakanlıkla ilişkili yürümesi ve çocukların yatılı okullara yerleştirileceği hep ailelerde bu projenin devletin oyunu olduğu kuşkusunu doğuruyor. Çoğu evin tek gelir kaynağı olan çocuklarını devlete vermek istemiyorlar. Yatılı okulda okuyan erkek çocukların Özel Tim'ci, kızların fahişe yapıldığı dedikodusu yayılmış. Beş yüz çocuğu yatılı okullara yerleştirmeyi hedefliyorlar ama ikna edebildiklerinin sayısı yalnızca yirmi iki. Bir atölyede, fabrikada ya da tarlada yevmiye ile çalıştırılan çocuklar yerine sokakları dolduran bu çocuklara yoğunlaşmışlar. Suça çok yakın yaşayan, taciz edilen, dövülen, horlanan çocukları kurtarmak daha acil görünüyor.

Valiliği, belediyeyi, sivil toplum örgütlerini işe katacak bir eylem komitesi kurmaya karar veriyorlar. Arat'ın Amida'sı bu eylem komitesine katılmak için gelen sivil toplum örgütü temsilcilerinden. "Ciddi, zarif ve mağrur." Kadının çekim gücüne kapılıyor, bakışları buluşuyor. "Geleneksel Anadolu motiflerinin süslediği eşarbıyla yirmili yaşların sonlarında gösteren kadının hafif çıkık elmacıkkemikleri, kömür karası gözleri ve süt beyaz bir teni var." İlk bakışta âşık olduğunu hissediyor Arat ama kendi deyimiyle kadının "kapalı" yani başörtülü olması başının belada olduğunu düşündürüyor. Belaya bulaşmak düşüncesi hem korkutuyor, hem de kışkırtıyor Arat'ı. Çünkü "içi aşk çekiyor." Erkeği kadın seçer, diye düşünüyor. Bu kapalı kadının kendini seçmesi için uğraşıyor.

Arat, hayalindeki aşkın peşine düşmüşken bir yandan da Diyarbakırlılarla tanışmaya başlıyor, bu tanışmalar kentin gerçeklerini, çekilen acıları öğrenmesini sağlıyor. Roman, çocuk işçi sorunundan ülkenin acil sorunlarının konuşulduğu bir yapıya doğru kayıyor. Çünkü günlük hayat bu sorunlarla yoğrulmuş. Örneğin çocuklarını yatılı okula vermeleri için ikna etmek amacıyla toplantıya çağırdıkları annelerle hangi dilde konuşmaları gerek? Annelere hiç anlamadıkları resmi dil Türkçe mi, yoksa konuştukları tek dil olan Kürtçe ile mi hitap etmeli?

Ülke sorunlarına değinmek günümüz Türk romanında pek rastlanan bir şey değil. Bu konuları ilk kez yazmanın getirdiği zorluklar, çekinceler var. Açıkça yan tutamıyorlar, eşitlikçi davranmaya, her tarafın görüşlerini yansıtmaya çalışıyorlar. Haklıdan yana olsalar da bir tartışma, konuşma ihtiyacı var. Roman kahramanları farklı görüşteki kişilerle biraraya gelip daha çok münazara şeklinde gelişen tartışmalar yapıyorlar. Özcan Karabulut da bundan kaçamamış. Arat, çeşitli tartışmalara girmekle kalmıyor, normal bir sohbette konuşulamayacak şekilde uzun paragraflar kuruyor, kitabi sözler ediyor. Aynı şeyi, hayallerinin sevgilisi Amida ile buluştuğunda da yaşanacak, biz okurlar aşk sözleri beklerken ülke sorunlarından kadın erkek ilişkilerine, oradan ırk milliyet gibi temel kavramlara, dine, ahlaka uzanan uzun konuşmalar yapacaktır. Tüm ülke ve dünya meselelerini tartışmaya çalışmak yerine çocuk işçiler sorununda daha derinleşilse, örneğin amcaların pisliklerinden korunmak için üst üste üç pantalon giyen Uğur'un izi sürülseydi sanırım farklı ve çok daha çarpıcı bir roman okurduk.

Adının Dilşa olduğunu öğrendiğimiz Arat’ın Amida’sı "kapalı" olmasının yanında evli ve üç çocuklu. 17 yaşındayken aile içi evlilik yaptırılmış, kendinden çok yaşlı bir adamla evlendirilmiş. Baskıcı aile yapısına, eğitimin yarım kalmasına rağmen eve kapalı kalmamış, Diyarbakır Kadın Merkezi'ne katılmış, aktif olarak çalışıyor. Çok okumuş, düşünmüş, haklarını savunan bir kadın havasında. Çocuklarını bırakıp evden yalnız başına çıkabiliyor. Başörtüsünü de aile baskısı ile değil de kendi isteği ile takmış. Sokakta, dernek çalışmalarında erkeklerden kendini koruma yöntemi olarak kullanıyor. Baskı ve şiddetin simgesi kocasını ise roman boyunca tanımıyoruz.

Son zamanlarda başörtülü, türbanlı kadınlar romanlarda sık sık görünmeye başladı. Bunu hayatta yaşananın romana yansıması olarak değerlendirsek bile türbanlı kahramanlar gerçeklikleriyle var olamıyorlar. Okur olarak anlatılanlar bize inandırıcı gelmiyor. Yazarların konuya tam da hakim olamadıklarını, içeriden bakamadıklarını düşünüyorum. Türbanlı kadınları iyi tanımadıkları için olanı değil de olması gerekin yazıyor gibiler. Bu nedenle de genel türbanlı tipolojisinden farklı tipler doğuyor. Genellikle din emrettiği için ve kendi isteğiyle değil de başını zoraki kapamış, birkaç konuşmayla ikna olup ya da toplumsal düzeyin değişmesiyle başlarını açmaya hazır oluyorlar. Dilşa da, öldürüldüğünü sandığı arkadaşını görmeye İstanbul'a gittiğinde, arkadaşının isteğine uyup geçici de olsa başını açıyor.

Dilşa'nın Arat'la tanıştığı andan itibaren çok özgürce davranması da dini kurallar bir yana şehrin dayattığı yaşam tarzı konusunda bile pek titiz olmadığını gösteriyor. Hemen cep telefonu numarasını veriyor, çekinmeden Arat'la pastanelerde buluşuyor, onu şehrin turistik yerlerine götürüyor ve nihayetinde oturduğu apartmanın bodrum katına davet ediyor ve kendi tuttuğu otel odasında buluşup sevişiyor. Dilşa, tipik değil, kendine mahsus bir karakter halini alıyor. Roman birinci kahraman Arat'ın bakışıyla yazıldığı için Dilşa'nın tereddütler geçirdiği, ilişkiyi sürdürmek konusunda haklı olarak Arat'a güvenmediğini okuyoruz ama (varsa) yaşadığı ikilemleri güçlü bir biçimde hissedemiyoruz. Üç kez intihara teşebbüs etmesinin nedeni de diyaloglarla aksettirildiğinden olsa gerek yüzeysel bir şekilde açıklanıyor. Oysa, bu o bölgenin temel sorunlarından biri intihar, kadınlar, genç kızlar sürekli intihar ediyor ya da ettiriliyor.

Arat, Amida'sı Dilşa'ya aşık olduğunu söylese de bu ilişkiye bitecek gözüyle bakıyor. Dilşa'yla birlikte bir gelecek hayal etmiyor. İdealindeki kadını bulana kadar kısa sürecek ilişkiler arzuluyor. Dilşa'nın idealindeki kadın olduğunu hissediyor, bu da korkup kaçması için başka bir bahane oluyor. Dilşa'nın kendisiyle birlikte olabilmek için ne gibi tehlikeleri göze aldığını, geleneklere, kalıplaşmış ahlak kurallarına karşı geldiğini görüyor ama ona aynı şekilde karşılık veremiyor. Zaten önlerinde önemli engeller var. Töreler nedeniyle Dilşa'nın kocasından ayrılması, yeni bir hayat kurması mümkün değil. Arat'tan beklediği teklifi alamayan ve bu arada kocasının tecavüzüne uğrayan Dilşa ölümü seçiyor.

Yorumlar