Koparıldığımız Topraklar

Mahir Öztaş'ın yeni romanı Koparıldığımız Topraklar'da (Ocak 2009, Yapı Kredi yay.) o eylemcilerden birinin ağzından 70'li yıllarda devrimci mücadelenin nasıl geliştiğini, içeriden bir bakışla anlatıyor. Anahtar cümlesi, "Artık hiç kimse devrimden söz etmiyor". Hindistan'a, Çin'e yaptığı uzun bir seyahatten, sarılık olup dönmüş olan anlatıcı, belki de bu hastalığın da etkisiyle Londra sokaklarında yürürken kendi geçmişini kazımaya başlıyor.

Bir zamanlar sarılık olup, aynı kararsızlık ve kaygıları duyduğu yatılı okul yıllarına uzanıyor. Yatılı okuldan, oradaki tek düze yaşamdan nefret ediyor. "Her şey için ayrılmış sınırları belli bir zaman, bir makinenin sarsılmaz düzeni ve ayarlı bir işleyiş" olarak tanımlıyor oradaki yaşamı. Bu duygu onun hem bedensel, hem de ruhsal olarak hastalanmasına ya da hastalıklara sığınmasına yol açıyor. O okulda yaşadıkları, hastalık bahanesi ile eve kaçmalarının, geri gönderilmelerinin kişiliğinin oluşmasında önemli payı var. Hüzünlü, yalnız, kaygılı bir insan haline geliyor. İçinde hep bozgun duygusu var. Düzenlemelerden, sınırlardan, kurallardan, belirlenmiş yaşamdan kaçma duygusu ile yaşıyor. "Kendimle yüzleştim, içimdeki kaygı ve hüzünle yaşamayı öğrendim" diye anlatıyor.

Anlatımın doğrusal bir akışı yok. Anlatıcı geçmişine uzanırken belli bir kronolojiyi izlemiyor. Daha çok o an gördüğü ya da yaşadığı şeylerin yarattığı imgelerin doğurduğu anıları anlatıyor. Geçmişten anılar çağrışımlarla ortaya çıkıyor. Yatılı okul yıllarına Pireneler'de bağda çalıştığı bir yazsonu, Pireneler'e fikirleriyle hayatında önemli etkisi olduğunu sonraki sayfalarda anlayacağımız Bay Jiang'la karşılaşması ekleniyor.

Romanın dikkatli bir biçimde kurgulandığı belli ama okurun bu kurguyu bu tür bir anlatım içinde kavraması pek kolay değil. Özellikle birinci bölümde tüm bu anlatılanlar bir yerde birleşecek mi diye merak ediyorsunuz. Anlatıcı sanki üç boyutlu bir yapbozun ilgisiz parçalarını yerleştirir gibi. Hepsi biraraya geldiğinde tablonun tamamını göreceğinizi umuyorsunuz ama bunun da biraz zaman gerektireceğini hissediyorsunuz. Anlatıcı da durumun farkında ki, şöyle diyor; "İşte böyle, mekân ve zamanlar karışıyor, birbirinin içinde eriyordu, kişilerle ilgili anılarım ya gereksiz ayrıntılarla doluyor ya da adlar ve yüzler yerli yerine oturmuyordu."

Anlatıcının, gençlik yıllarında Fransa, Cezayir, Fas, İngiltere gibi çeşitli ülkelere yaptığı gezileri anlattığı bana biraz uzun gelen ve yapıya çok da katkıda bulunmadığını düşündüğüm bölümler belki de ayrıntılarda onu daha yakından tanımamızı sağlamak amacıyla konulmuş. Anarşist görüşlere sahip... İçindeki karmaşayı anarşizm ile düzene sokabileceğini düşünüyor. Ama bu sağa sola bomba atan bir anarşizm değil, insanın kendi içinde yaşadığı felsefi bir anarşizm. Paradokstan doğruya ulaşmak arzusunda... Düzensizlikten düzene… Siyasi bir göçmen, ülkesinden koparıldığını düşünüyor. Bir gün dönmeyi umuyor. Yalnız. Bir kaç kişi hariç insanlarla derin dostluklar kuramıyor, uzun boylu arkadaşlık edemiyor. Kadınlarla ilişkisinde de durum pek farklı değil.

Romanın anlatıcı dışındaki kahramanları bir görünüp bir kayboluyor. Anlatıcının hayat, varoluş, yaşama sebebi, dünyanın yapısı gibi birçok konudaki düşünceleri, yargıları, çözümlemeleri daha ağır basıyor. Bazı parçalar başlı başına birer deneme olarak değerlendirilebilir. Sanki onları söylemek için olayları anlatıyor, anıları yad ediyormuş izlenimine kapılıyorsunuz. Tüm anlatılanlara bir anlamda örneklerle özeleştiri de diyebiliriz.

Birinci bölümü uzunca bir giriş olarak değerlendirebileceğimizi düşünüyorum. Roman ikinci bölümde ana eksenine oturuyor. Üçüncü bölümle bütünleniyor. Dördüncü bölümün bağlandığı yer ise birinci bölüm, çember tamamlanıyor. Birinci ve dördüncü bölüm, özellikle ana yapıdan sarktığını düşündüğüm anlatıcının sevgilisi Ece'yle ilişkisi daha ayrıntılı işlenerek başlı başına bir roman olarak da yayımlanabilir. Diğer bir deyişle romanın bir dış kabuğu var; birinci ve ikinci bölüm. Bir de esası oluşturan çekirdeği; ikinci ve üçüncü bölüm.

1968 Dünyan gençliğinin ayağa kalktığı, söz sahibi olmak istediği bir yıl. Çiçek çocuklar devrimci eylemcilere dönüşüyor. Katmandu düşlerinin yerini daha iyi bir dünya arzusu alıyor. Anlatıcı da lise yıllarında bu değişimi yaşıyor. 68'in devrimci ruhu Türkiye'ye de yansımış. İşçi hareketleri başlamış. Ünlü "Kanlı Pazar" yaşanmış. Üniversiteye başlaması onu da bir tercihe zorlar ya "Çiçek çocuk" olacaktır ya da devrimci. Bir süre iki arada kalır, bir örgüte dahil olmaz. Ama değişim de kaçınılmazdır; "Başlangıçta yalnızca okuyan, dans eden, ot içen kaygısız adam gitmiş, yerine düşünceli, çevreyi ve tartışmaları ilgilye izleyen bir adam gelmiş"tir. Bu arada öğrenci hareketleri de yoğunlaşmış, işgaller, boykotlar, yürüyüşler başlamıştır. Gelişmeler, tek tek küçük anı parçacıkları, o anıların kahramanı olan ama çoğuna romanın ilerleyen sayfalarında bir daha rastlamadığımız tiplerle anlatılıyor. Anlatıcı, ne kadar kenarda durmaya çalışsa da bir arkadaş grubu ile eylemler yapıyor, duvarlara yazılar yazıyor, bildiriler dağıtıyor. Beşiktaş'ta bir derneğe gidiyor… Bir devrimci öğrencinin öldürülmesi üzerine okudaki devrimci arkadaşlarıyla üniversite işgaline katılıyor. Öğrenci hareketi silahlı hale geliyor. Polisle, farklı görüştekilerle çatışmalar yaşanıyor. O da yetmiyor Sovyet yanlısı solcularla Mao yanlıları kavga ediyor. Anlatıcının içinde olduğu küçük grup da Mao yanlısı partiye katılmaya karar veriyor. Partinin günlük gazetesinde çalışıyor, yazılar yazıyor. Bir yanda da bu eylemlerini kendi içinde tartışıyor, sorguluyor, anarşist görüşlere yakınlaşıyor. Çünkü kurallara karşı bir kişiliği olan anlatıcı daima kurallar dayatan örgütten rahatsız.

Devrim düşleri kurulmaya başlanırken askeri darbenin ayak sesleri duyuluyor. Devrimci eylemciler tutuklanmaya başlamıştır. Anlatıcı da arananlar arasındadır. Pasaport alıp yurtdışına çıkmayı dener. Pasaport alamaz. Bir süre sonra da tutuklanır. Sirkeci'deki Sansaryan Hanı'nda haftalarca tutuklu kaldıktan sonra, ummadığı bir anda salıverilir. Ama yargılanması sürecektir. Küçük bir anaşist gruba katılır. Anarşist eylem olarak işlenen bir cinayet, cinayetin gerçekte ne amaçla işlendiğini sezmesi onda bu grubun amacı konusunda büyük kuşkulara yol açar. Eski örgütün yardımıyla illegal yoldan yurtdışına çıkar. Londra'ya gider. Yıllar sonra, Sivas Katliamı'nda öldürülen anarşist arkadaşı Murat Aysan'ın cenazesine katılmak için Türkiye'ye dönse de kalamayacağını anlar, bu topraklardan kopartılmıştır, artık o yersiz ve yurtsuz biridir.

Romanda tarihler ne kadar belirsizleştirilmeye, flulaştırılmaya çalışılsa da 68'den 80 darbesine uzanan bir dönemin anlatıldığını anlıyoruz. O dönem yaşanan birçok önemli ya da tipik siyasi eylemin de romanda anlatıldığını görüyoruz. Böylelikle kitabın ön ve arka kapağında yer alan küçük fotoğrafların, kimlik kartı parçalarının nereye gönderme yaptığını anlamlandırıyoruz. Tam olarak seçilemese de fotoğraflarda hep kitabın yazarı Mahir Öztaş var. Kapak ve içerik bir araya gelince ister istemez acaba romanda anlatılanların ne kadarı yazarın hayat hikâyesi ile örtüşüyor diye düşünmeden edemiyoruz. Anlatıların kaçınılmaz kaderidir bu, her zaman gerçek hayatla ilişkisi sorgulanır. Mahir Öztaş 1951 doğumlu. Samsun ve Kadıköy Maarif kolejlerinde okumuş. Güzel Sanatlar Akademisi Mimarlık Bölümü'nü bitirmiş. "Çeşitli Avrupa, Asya ve Afrika ülkelerinde" dolaşmış. Kitabın girişindeki biyografide yer alan bu kısa bilgiler yazarla anlatıcının aynı kişiler olabileceğini düşündürüyor. Bunu olumlu ya da olumsuz bir şey olarak vurgulamıyorum. Dikkatimi çeken romanın özyaşamöyküsel bir anlatı diyebileceğimiz bir biçimde gelişirken varolan gerçeklikten kaçınılmaya çalışılması. Sanırım, Mahir Öztaş, yaşanmış olanı kurmaca ile değiştirirken hem anlatısını belirli bir yer (İstanbul) ve zamandan (70'li yıllar) kopartmak istemiş. Belki Türkiye tarihini bilmeyen okur için farklı bir algı olacaktır ama 70'li yıllarda yaşananlar belleklerimizde öylesine canlı ki, bu müdahale bizi çok etkilemiyor.

Koparıldığımız Topraklar, başlangıçta hem karmaşık kurgusu, hem de olaydan çok anlatıma, yoruma dayalı olması nedeniyle havasına kolay girilemeyen bir roman. Ama özellikle ikinci bölümden itibaren tempo hızlanıyor ve anlatının 70'li yılların devrimci eylemlerine odaklanması ile daha somut ve kavranabilir hale gelerek merakla okunuyor. Anlatıcının yaşadıklarının düşünsel yapısına etkisi de daha güçlü hissediliyor. Çemberi tamamlayıp dördüncü bölümde anlatıcının bugününe döndüğünüzde bütün yapbozu yerleştirip, romanın meselesini kavradığınızı düşünüyorsunuz.

19 Şubat 2009 Cumhuriyet Kitap

Yorumlar