Herşey Dün Gibiydi


Mehmet Müfit, Seksen Kuşağı’nın en ilginç, en kendine has şairlerindendir. 1984’de yayımlanan ilk kitabı İstanbul’un Ağır Sultanları, hem şiirdeki sesi, hem de işlediği temalar ve konularıyla farklı ve kendine hastı. 1986’da yayımlanan Tekkede Bahar’da da şiirini bir adım öteye taşıdı, geliştirdi. Sonra sustu. 1991’de bir an Sombahar dergisinde göründüyse de suskunluğunu geçtiğimiz yıl Kitaplık dergisinde yayımlanan şiirlerine kadar sürdürdü. Yaklaşık 25 yıllık bir suskunluk. Bu suskunluğun iradi bir karar olduğunu yazıyor yeni kitabının girişindeki biyografisinde. “1988’de ailesiyle birlikte aldığı ani bir kararla, ‘Para kazanmak için şiiri bırakmam gerekir, ikisi birarada yürümüyor çünkü, diyerek Babıali’den koptu” diyor. Mehmet Müfit, sadece şiirden kopmakla kalmadı, yakın arkadaş çevresi ile de ilişkisini kesti, tamamen gözden kayboldu.
Nişantaşı’ndaki antikacı dükkanında geçtiğimiz yıl kaybettiğimiz dostumuz Seyhan Erözçelik’e yakalanana kadar da suskunluğunu sürdürmüş. Seyhan, onun ailesine söz vermesine, şiir ortamından çeklip gözden yitmesine rağmen şiir yazmaya devam ettiğini fark etmiş, israrlı davranarak Müfit’in direncini yıkmış ve Kitaplık’ta şiirleri yeniden yayımlanmaya başlamış. Şimdi de o şiirler eski iki kitapla birlikte beş kitaplık bir “Toplu şiirler” kitabı olarak Herşey Dün Gibiydi adıyla yayımlanmış (Ocak 2012, Yapı Kredi yay.).
Herşey Dün Gibiydi’de hem Mehmet Müfit’in şiirini bütün olarak görüyoruz hem de 25 yıllık kopmanın nasıl bir sonuç verdiğini de gözlemlemek olanağı buluyoruz. Yani iki kanallı bir okuma mümkün.
İlk iki kitap İstanbul’un Ağır Sultanları ve Tekkede Bahar’da sokaktaki yaşamın görünen ve görünmeyen tüm yanlarıyla fotoğrafını çeker Müfit. Kapıcı, bakkal, ev sahibi, zabıta memuru, sekreter, simitçi, sucu fotoğrafın görünen yanında kendi sesleriyle yer alır. Sözcükler o insanların günlük kullanımlarıyla şiirlerde yer bulur. Fotoğrafın arabında ise şehrin yeraltını oluşturan simalar vardır; kabadayılar, kumarbazlar, alkolikler, esrarkeşler, torbacılar, erketeler, üç kağıtçılar... Onlar da kendilerine has argoları, dili kullanma biçimleri ile şiirleşir.
Mehmet Müfit, o günlerde yaptığımız bir söyleşide (1985, Poetika sayı 3) şiir anlayışını “nedensellik”le açıklıyordu. Şiirinde nesnel karşılığı olmayan hiçbir unsura yer vermediğini, anlamın peşinde olduğunu söylüyordu. İlk kitabı hakkında yazdığım yazıda ben de bu duruma dikkati çekmişim (Ağustos 1984, Yeni Düşün). İmgeci bir şiir yazıyor ama imgelerini özü en kolay verecek bir biçimde oluşturuyordu. Biçim gerektirse de öz’ü bozacak tek bir sözcüğe ya da imgeye yer vermemeyi önemsiyordu. Özü vermek amacıyla biçimden ödün veren bu nedensellik kaygısının şiirden uzaklaştıracağını bildiği için de devinim, tekrarlar ve kırılan dizelerle şiire müzikal bir uyum katıyordu.
Mehmet Müfit bu şiir anlayışına, söyleyişi bulana dek, arayışı sırasında yazdığı şiirlerin çoğuna kitaplarında yer vermedi. Daha ilk kitabında baştan sona bir bütünlükle, anlam ve söyleyişle, nerede, hangi imzayla okunursa okunsun Mehmet Müfit şiiri diyebileceğimiz şiirlerle çıktı okuyucu karşısına. 1984’de ilk kitabı hakkında yazarken Mehmet Müfit sesini bulmuştur dedikten sonra “Tüm olumlayıcılığımıza karşın söylemeden geçemeyeceğim tek şey, sesin içinde boğulup gitme tehlikesidir” diye yazmışım. Mehmet Müfit’in şiire yirmi beş yıl ara vermesinin temelinde bu tehlikenin farkına varması olduğunu düşünüyorum. O ses çok fazla yinelenemezdi. Belki bir kitap daha çıkardı ama okur da şair de sıkılır, yorulurdu. Tıpkı, Metin Kaçan’ın Ağır Roman’ının, Latife Tekin’in Sevgili Arsız Ölüm’ünün çoğaltılamaması gibi.
Yirmi beş yıllık kopuşta yayınlatmayı düşünmeden “çekmeceye yazdığını” söylüyor Mehmet Müfit. “Çünkü çekiniyor, korkuyordum ortay çıkmaya” diyor (Ocak 2012, Kitaplık, S.Erözçelik’le söyleşi). Çünkü şiir anlayışını tamamen değiştirmiş. “Yok indirgeme sanatıymış şiir, yok tam ögelerini barındırıp karşıt ögelerini barındırmıyomuş, yok bir tanım değil binlerce tanımı varmış, yok kömür elmasa dönüşüyormuş, elmastan billur çekiliyormuş sonra... bunlarla uğraşırken kafayı yiyorduk az daha... Ama, bunlar benim için geçti artık. Şiirin ne olduğu beni ilgilendirmiyor hiç. Sadece yazıyorum ben... Ötesi yok... Ne derlerse desinler, umurumda değil... Ben görünmeyen tarafıyla ilgiliyim şu anda. Her yerde onu arıyorum çünkü. Benim için artık şiir o...” diyor aynı söyleşide. Altını çizdiğim bir sözü de “Öyküden mi yardım almalıyız, bilmiyorum... Kafamı son derece kurcalayan şey de bu aslında... Şiirle öykünün arasını bulmalıyız gibi. Birleştirmeliyiz onları... Çöpçatanlık.”
Herşey Dün Gibiydi’de yer alan üç yeni kitapta ne yapmak istediğini bu sözleriyle açıklamış oluyor. Şiiri ince ince işlemekten, olabildiğince az sözcükle yazmaktan vaz geçmiş ki bu onun şiirinin de tamamen değişip farklı bir kimlik kazanmasıdır. Çok rahat bir söyleyişi var. Kaleminin ucuna ne geldiyse yazmış, sonra da tekrar dönüp bakmamış gibi. İçinde birikeni yazıp rahatlamak, ferahlamak istemiş. Ama eski şiirinden, sesinden de tam anlamıyla vazgeçememiş. O sesi denetimsiz salıvermeyi tercih etmiş. Tamamen eski şiir anlayışını yansıtan, hatırlatan örnekler de var.
İşlediği konular, anlattığı, imgeleştirdiği insanlar, karanlıktan çekip çıkarttığı, dizelere yansıttığı hayatlar ise pek değişmemiş. Mehmet Müfit’in şiiri ile hayatı arasında okurun bilmediği ama hissettiği bir bağ vardı. O yaşadığını iyice işleyerek dizelere yansıtır, başkalaştırırdı. Böylece hem o sorunu, olguyu kendinden kopartıp rahatlar hem de sadece bir öyküyle anlatılamayacak bir biçimde çoğullaşmasını sağlardı. Yeni şiirlerde de bu temasal nitelikleri buluyoruz. Onun ilgi odağı İstanbul sokaklarında farkına vardığımız ya da görmemezlikten gelerek yanından geçip gittiğimiz sıradan insan, yani biz. Satıraralarında Nişantaşı’ndaki antikacı dükkanına ulaşan yirmibeş yıllık ortadan kayboluşun da izlerini buluyoruz ya da bulduğumuzu sanıyoruz. Bu da şairi bir zamanlar yakından tanıyanlar ve çoktandır görmemiş olanlar için farklı bir okuma demektir.
Şiirlerin yazılma tarihleri belirtilmediği için Mehmet Müfit’in ortada görünmediği yirmi beş yılda şiirinin nasıl bir gelişim gösterdiğini anlayamıyoruz. Doğrusal bir gelişim varsa “Bana Ne Yakışır” adlı kitapta toplanan örneklerde gördüğümüz şekilde bir süre daha eski şiirini çoğalttıktan sonra söyleşide söylediği denetimsiz ve anlatımcı kanala yönelmiş olmalı. Anlatımcılığa olabildiğince yaklaşıyor ve nihayetinde “Kelebek Tanrıları”nda öyküye ulaşıyor. “Şiirle öykünün arasını bulma”ktan öte bir şey bu, düpedüz öykü. Zaten dizelerle değil, cümlelerle, paragraflarla yazıyor. “Küçük oğlan sabah evden çıkarken, öğlene gelip kendisini alacağını; hazırlanmasını söylemişti. Taksiyle geleceğini söylerken bir bavuldan fazla eşya yanına almamasını da tembihlemişti... Ve aceleyle kapanmıştı kapı.” (s.112).
Şiirle öykünün arasını bulma çabası, çöpçatanlık arzusu türlerarası bir ilişki oluşturmamış ortaya şiir başlığı altında öyküler çıkmış. Kuşkusuz bu bir yenilik değil. Şiirle öykünün kardeşliğinde arayışlara giren bir çok şair var. Yakın dönemde İzzet Yasar, Enis Batur, Tarık Günersel gibi bu arayışta öyküye ulaşan şairler de hatırlıyorum. Tüm bunlar yorulan bir şiirin ayak değiştirme arayışında ulaşılan örneklerdir. Arayış sırasındaki tüm verimi kitaplaştırıp yayımlamak gerekir mi, diye sormamak elde değil. Mehmet Müfit, şiir yazma anlayışını değiştirdiği gibi, kitaplaştırma anlayışını da değiştirmiş. Şiiri için yaptığı ince işçilikten vaz geçtiği gibi kitap oluştururken kılı kırk yarmak, kendi içinde bütünlük, uyum aramak gibi endişelerini de aşmış. Bu tavrında Beat Kuşağını hatırlatan bilinçli bir savrukluk var sanki. Çünkü Müfit, hiçbir şeyi uzun uzun düşünüp kendi içinde tartışmadan yapmaz. Söyleşisinde verdiği ipuçları da huylunun huyundan vazgeçmediğini gösteriyor. Şiir anlayışını teorik bir şekilde temellendirmiş, en azından yayımlatması için kendini ikna edebileceği bir nedensellik bulmuş.
Özellikle genç kuşak şiir meraklıları arasında çoktandır bir “Mehmet Müfit efsanesi” dolaşıyordu. Çok meraklılar kütüphanelerde, sahaflarda bulduğu kitaplarını fotokopi ile çoğaltıp paylaşıyordu. Mehmet Müfit, Herşey Dün Gibiydi’de yirmi beş yıl sonra ikisi eski beş kitapla hem kendisini merak eden günümüz şiir okuruna tekrar merhaba diyor hem de verdiği arada şiirini nereye getirdiğini örnekleyerek şiir kamuoyunun değerlendirmesine sunuyor.
02.02.2012

Yorumlar