Nişantaşı Suare


İbrahim Yıldırım, Nişantaşı Suare’de (Şubat 2012, Doğan Kitap) 50’li 60’lı yılların Nişantaşı'nın arka sokaklarını, o sokaklarda yaşananları anlatırken müstakil evlerden apartmanlara evrimleşen kentin ve semtin değişiminin öyküsünü yazıyor.
Nişantaşı zamanında padişahların avlanmak için geldikleri ve nişan alıştırması için de bazı taşları bulundurdukları bir yermiş. 1854’de, Abdülmecit zamanında yerleşime açılmış. Dönemin padişahlarının ikamet ettiği Yıldız Sarayı’na yakınlığı nedeniyle devlet büyüklerince tercih edilmiş. Beyoğlu’na yakınlığı da popülerliğini artırmış. İstanbul'un en hızlı apartmanlaşan semtlerinden biri olmuş. Özellikle üst gelir grubunun tercih ettiği bir yerleşme halini almış. Nişantaşı deyince akla, lüks mağazaları, ışıltılı caddeleriyle varlıklı insanların yaşadığı bir semt gelir. Nişantaşı’nın bu yanını Orhan Pamuk romanlarında ustalıkla işler. İbrahim Yıldırım, bizi semtin arka sokaklarına sokuyor. "Rumeli Caddesi'ne açılan Baytar Ahmet Sokak'tan Ekmek Fabrikası Sokağı'na ve çok daha aşağılara yuvarlan”ıyor. Bu sokaklar varlıklı Nişantaşı ile en yoksulların yaşadığı, İstanbul’un ilk gecekondu mahallesi Teneke Mahallesi arasında bir geçiş noktası gibidir. Yokuşu tırmanıp varlıklılar arasında katılacak olanlarla birikmiş son kuruşlarını da harcayıp aşağı doğru hızla gidecekler birarada yaşar. “Bilinmeyen” Nişantaşı’dır burası ya da moda deyimle “derin” Nişantaşı, daha doğrusu Nişantaşı’nın derinlikleri.
Nişantaşı Suare başlığının altında “Bir monolog” yazması yeterli gelmemiş olmalı ki kitap bir uyarı ile başlıyor. "Kitabın kapağında 'roman' yazsa da, okuyacağınız metne 'öykü', 'anı', 'anlatı', 'deneme' hatta 'monolog' bile denebilir. Ancak yine de en doğru ad, 'roman'dır. Çünkü roman, yerleşik türler dışındaki yaklaşımlara kapısını her zaman açık tutmuştur."
Bu cümleyi İbrahim Yıldırım’ın roman anlayışının kısaca ifadesi olarak da algılayabiliriz. İbrahim Yıldırım, hiçbir zaman kronolojik olarak gelişen romanlarla çıkmadı okur karşısına. Her zaman iyi çalışılmış, anlatıkları kadar nasıl anlattığıyla da önemsenecek, türler arasında arayışlara giren, ilintiler kuran, gizli açık birçok göndermeler barındıran, edebiyata, roman sanatına katkıları açısından tartışılacak yani okurdan da emek isteyen yapıtlarla geldi.
Kitabın girişinde yer alan biyografisinde İbrahim Yıldırım’ın Nişantaşı ile bir ilgisi olup olmadığı belirtilmiyor ama röportajlardan bir çocukluk yıllarının orada geçtiğini öğreniyoruz. Bu bilgi olmasa da Nişantaşı Suare otobiyografik özellikler taşıyormuş hissi veriyor. Anlatının bir katmanının anılardan oluştuğunu ya da anıların yol gösterdiğini düşünüyorsunuz. Kuşkusuz bu kanıda anlatının içine serpiştirilen eski aile fotoğraflarının da etkisi var. Bu alttan alta yaratılan otobiyografiklik hissi anlatıya sahicilik duygusu katıyor ki bu biz sıradan okuru yapıtlara sıkıca bağlayan unsurlardandır.
Anlatıcı eski bir Nişantaşılı. Bir zamanlar bu semtte yaşamış daha sonra semtin zenginleşmesi kendisinin ya da ailesinin yoksullaşması ile birlikte başka semtlere taşınmak zorunda kalmış Nişantaşılılardan. Merkezine kendisini, ailesini ve çocukluk yıllarını geçirdiği sokakta yaşananları koyarak birinci tekilden bir sohbet havasında anlattığı için de sahicilik duygusu okurda iyice güçleniyor.
İbrahim Yıldırım anlatının hem otobiyografik olduğu hem de alabildiğince sahici olduğu algısını kırmak için anlatıya epik ya da yabancılaştırıcı unsurlar katmış. Nişantaşı’nın yardım derneklerinin birinin düzenlediği yoksul öğrencilere yardım amacıyla düzenlenen bir gecede sahne alıyor anlatıcı. Kendisinden önce bazı söyleşi ustalarına teklif götürüldüğü ve onlar kabul etmediği için davet aldığını öğrendiği için kırgın. Sahneden dernek yöneticilerine, sahne amirine laf atıyor. Zaman zaman da onlar ve bazı seyirciler laf atıyorlar, söyleşiye müdahale ediyorlar. Anlatıcı, soyu tükenmiş bir meddah. Günümüz standup komedyenlerine benzetilebilecek şekilde öyküsünü kuvvetlendirecek fotoğraflar ve gösteri malzemeleri de getirmiş. Gösterisinin dört bölümde anlatacağı dört öyküden oluşacağını söylüyor. “(...) Nişantaşı’ndan sürülmüş insanları anlatacak, onların vasıtasıyla semtimizin çocukluğumdaki ve gençliğimdeki yaşamının örtüsünü aralamaya çalışacağım. Dolayısıyla bayır aşağı yuvarlanıp, çok daha aşağılara inip kırk elli yıl öncesinin oldukça ayrıksı bir mekanı olan Ekmek Fabrikası Sokağı’nda konaklayacağım. Amacım burayı merkez alarak sizlere Nişantaşı’nın hiç kimsenin araştırmak için zahmet etmediği eski görüntüsünü duyumsatmak, semtimizin çok kalın muhasebe defterine sıfır değerinde bir iz kaydı bile bulunmayan insanları tanıtmaya çalışmaktır. Çünkü o insanlar veya onların çocukları her ne kadar artık semtinizde yaşamıyor olsalar da Nişantaşı bir zamanlar onların da yeriydi...” diyor. Şimdi ne o insanlar kalmış ne de o sokaklar. İnsanlar başka mahallelere taşınmış, evler yıkılıp apartman ya da işhanı olmuş, sokakların adı değişmiş.
Nişantaşı’nın tarihi hakkında araştırmalar yaptığını, kitaplar okuduğunu, romanlara göz attığını söylüyor. İki önemli tanığı da var; annesi ve Sıtkı ağabey diye andığı eski bir mahalleli. Anne aile tarihini Sıtkı ağabey Nişantaşı’nın kuruluş yıllarına dek uzanarak semtin tarihini anlatıyorlar. Ama yaşlarından dolayı anne de, Sıtkı ağabey de her şeyi tam ve doğru olarak anlatamıyorlar. Zamanla bazı şeyler önemsizleşmiş, çoğu yaşanan belleklerden silinmiş. Anlatıcı boşlukları okudukları ve kendi hayal gücü ile tamamlıyor.
Semtin, sokakların tarihinden gelerek ailenin tarihine ulaşıyoruz. Böylece yazılı tarihten sözlü tarihe bir geçiş oluyor. “Anadolu gurbetçilerinin-sürgünlerinin, Balkan muhacirlerinin, Osmanlı paşalarının hizmet artıklarının birlikte yaşamak zorunda kaldıkları” yani “insan dokusu biraz karışık” bir mahalle, sokak Ekmek Fabrikası Sokağı. Anlatıcının anneannesi cumhuriyetin ilanından hemen sonra Maçka’da bir konakta yaşarken bu sokağa gelin gelmiş. Kıymet hanımın öyküsü aynı zamanda Nişantaşı’nın ve sokağın öyküsü de oluyor. Önce mahalleliyi sonra aile üyelerini tek tek tanıyoruz. Annesi ile babasının evlenmesinin öyküsünü öğreniyoruz. Baba giyimine aşırı özen gösteren, çok okuyan, resim yapan bu nedenle anneannenin “alemin en süslü boyacısı” diye andığı, biraz aylak ruhlu bir içgüveysi.
Sokağın karmaşık insan dokusunun tek renge doğru değişiminde en önemli dönüm noktası 1955 Eylülü’nde yaşananlar. Anlatıcının monoloğunu oluşturacak hikayelerden biri 6-7 Eylül ve sonrasında bu sokakta yaşananlara dair. İstanbul azınlıklarını tasfiye ederken bu çok uluslu sokak da Rumlarını, Ermenilerini kapı dışarı ediyor.
Diğer öykü, anlatıcının çocukluğunu geçirdiği evin tam karşısındaki, anneannesinin “Habishane” diye adlandırdığı “bel verip iyice kamburlaşmış” iki katlı döküntü evde çıkan yangınlar hakkında. Evin son kiracıları Bensiyon adlı çok kısa boylu bir sihirbazla Şefika adlı güzel bir şarkıcı – dansöz. 1961 Eylülünde halkın “Şefika yangınları” dediği yangınların sonuncusunda bu evin tamamen kül olması ile müstakil evler devri kapanıp apartmanlar dönemi başlıyor. Sokak sakinleri başka semtlere taşınmak zorunda kalıyor onların yerini orta sınıftan insanlar alıyor.
Şefika’ya yangın olanlardan biri de anlatıcının yaz günü paltosu ve açık şemsiyesi ile gezen dayısı Şeref’dir. “Emekli Sandığı’ndan çok genç yaşında malulen emekli edilmiş, hiç evlenmemiş kusursuz bir yalnızdı” diye anlatıyor dayısını. Az konuşan, insanlarla, akrabalarıyla birlikte olmaktan hoşlanmayan, iki sokak ötede ahşap bir evde yaşayan, mahallelice “Mazhar Osmanlık” diye tanımlanan tuhaf biri. Umulacağı üzere tek dostu yeğeni yani anlatıcı. Ama ona da hemen hiç bir şey anlatmıyor. Şefika’ya duyduğu karşılıksız aşk hikayesini anlatmaya başladığında da hayata veda ediyor. Bu veda aynı zamanda anlatıcımızın da Nişantaşı’na vedasıdır. Ev satılır yerine apartman yapılır, sokak sakinleri başka semtlere dağılır.
08.03.2012

Yorumlar