Yüzler



Emrah Polat Yüzler’de üç erkek kahramanın “9 Nisan 2010 Cuma” günü yaşadıklarını anlatırken onların 12 Eylül askeri darbesi ile hayat hikayelerinin nasıl değişip yeni kişilikler kazandıklarını gözler önüne seriyor. Nazım, Arif ve Orhan’ın ayrı ayrı gelişen öyküleri ortak bir sonla noktalanıyor.
Yüzler’in (Mart 2013, Sel Yay.) önemli bir özelliği olarak “Ankara romanı” olması belirtiliyor. “Bilenlerin çok sevdiği, diğerlerinin hiç anlamadığı kendine has dokusu, atmosferi, dışardan donmuş gibi görünen ritmi, sokakları ve yokuşlarıyla, Seyranbağları, Mamak, Ulus, Türközü’yle Ankara’nın ve ona has karakterlerin öyküsü” deniyor arka kapakta. Ankara’da doğmuş, hayatının önemli bölümünü Ankara’da geçirip hep İstanbul’u özlemiş biri olarak kuşkusuz bu satırlar beni romanı okumaya çağırıyor. Son on beş – yirmi yılda Ankara dışarıdan bakanların kolayca kavrayamayacağı bir hal aldı. Başkent olmanın, memur kenti olmanın “dışardan donmuş gibi görünen ritmi” sürerken,  bir yanda iktidarın ve hiç değişmeyecek belediye başkanı sayesinde şehrin üzerine çöken muhafazakâr hava diğer yanda zenginliğinin kaynağını hiçbir şekilde açıklayamayacağınız lüks arabalı, jeep’li bürokratların doldurduğu hemen her sokak arasında rastladığınız meyhaneler, barlar, pavyonlar...
Emrah Polat’ın kahramanları Ankara’nın bu kesitinden. Onları Grek müzikleri çalan, Girit mutfağı sunan bir balıkçı lokantasında tanıyoruz. Emrah Polat Ankara’yı mahalle, sokak hatta kapı numarasıyla somutlamakla kalmıyor kahramanlarını da aynı somutlukla tanıtıyor. 2010’un Ankarası’nda arka sokaklarda nasıl bir yaşam olduğu gözümüzde canlanıyor. 
Nazım Çetin 1981 Ankara doğumlu, Gazi Üniversitesi İşletme Bölümü’nü bitirmiş. Büyük bir bankada çalışırken 2008 krizi ile işten atılınca Arif Binali’nin insan kaynakları şirketi Ankon’da çalışmaya başlamış. Nazım’ın 12 Eylül’le ilişkisi “hatırı sayılır sol çevreden” olan babası Ruhi’den dolayı. Darbeden sonra, daha Nazım annesinin karnındayken, örgüt tarafından yurt dışına kaçırılan Ruhi’nin son sözleri “En kısa zamanda döneceğim” olmuş ve bir daha kendisinden haber alınamamış. Babasının tek faydası Ankon’a işe girerken olmuş. Arif, babasının işini sorduktan sonra “Anladım” deyip hemen Nazım’ı işe almış.
Arif, “Maraş Katliamını protesto etmek için 2 Ocak 1978’de Ziraat Bankası Küçükesat şubesini soydukları gerekçesiyle Seyranbağları’ndan dokuz arkadaşıyla cezaevine girmiş.” 4 yıl 5 ay hapis kaldıktan sonra tahliye olup önce askere gitmiş, sonra ODTÜ Psikoloji Bölümü’nde okumuş. Mensubu olduğu siyasetin Merkez Komitesi üyelerinden Cezmi ile karşılaşıp onun yönettiği çok uluslu insan kaynakları şirketinin Ankara temsilcisi olması ile hayatı değişiyor. Bize tanıtıldığı tarihte kendi şirketinin başında. Arif’le Nazım’ın gittikleri Gelidonya Restoran’ın garsonu Orhan üçüncü kahraman. Orhan’la Arif hapishaneden arkadaş. Şiddete, kaba güce eğilimli. Hapishane günlerinde hayatında en büyük saplantısı “İstanbul’dan kaçırıp Mamak’ta bir gecekonduda tuttuğu sevgilisi Nazan”. Orhan o gün, bir kaç saat önce işini kaybetmiş. Gelidonya’ya bu kez müşteri olarak gelip Arif ve Nazım’la buluşuyor.
Emrah Polat, üç karakterin “9 Nisan 2010 Cuma” günü yaşadıklarını anlatırken geri dönüşlerle hem o akşama gelene dek yaşadıkları önemli anları hikayeleştiriyor hem de onları karakter olarak zenginleştiriyor. Biryandan da romana yeni karakterle katılıyor.
Emrah Polat iyi bir anlatıcı. Kolayca hüzünle boğulabilecek hikayeleri ironik ve neşeli bir anlatımla yazıya döküyor. Akıcı bir anlatımı var. Anlatmayı seviyor. Kurgusal sıkıntı da sanırım anlatmayı sevmesinden kaynaklanıyor. Kahramanların bir gününden geçmişe dönerek romanı kurmak ilk defa rastladığımız bir kurgu değil. Üstelik Emrah Polat, oldukça avantür bir sona doğru bizi hazırladığını hissettirerek merak unsurunu son sayfaya dek korumayı da bilmiş. Ama geçmişten öyküler anlatırken demin sözünü ettiğim “anlatmayı sevmekten” kaynaklanan yapısal bir sorun oluşmuş romanda. Hikayeler uzayıp, ağır basmakla kalmıyor, içlerinden yeni hikayeler de çıkıyor. Sonunda hikayelerin toplamı romanın önüne geçiyor. Romanın ana yapısından kopuyoruz, ilgimiz dağılıyor.
Yüzler 12 Eylül Darbesi’nin insanları nasıl derinden etkileyip değiştirdiğini anlatırken aslında daha önce yayınlanmış birçok roman, hikayede anlatılanlara ve tabii dönemi yaşayanların anılarında anlattıklarına yeni bir şey katmıyor. 12 Eylül öncesi devrim için canını vermeye hazır bir çok eylemcinin darbe sonrasında hızla değişip dönemin ruhuna uyduğu, “başarılı” birer iş adamı olduğu malum. Bunların tekrar tekrar anlatılmasında bir sakınca yok. O nedenle Yüzler’de bu öykülerin yeni bir kurguyla tekrar edilmesi de eleştiriyi gerektirmiyor. İnsan unutan bir mahluktur, tekrarlarda fayda var. Tartışmalı olan romanın arka kapağında belirtildiği gibi bu bukalemunların “Hayata karşı mağlup olmuş ya da baştan kaybetmiş insanlar” sayılıp sayılmayacağı. Bence, onlar değil ilkelerine, inançlarına bağlı kalanlar kaybetti. 
09.05.2013

Yorumlar