Denizi Yitiren Denizci



Yukio Mişima “Denizi Yitiren Denizci”de (Haziran 2013, çev. Seçkin Selvi, Can yay.) dul bir kadın ile ergenlik çağındaki oğlunun hayatına giren bir denizcinin başına gelenleri anlatıyor.
Noburu on üç yaşında. Belki babasızlıktan belki de hayattındaki tek insan olmasından annesine güçlü bağlarla bağlı. Ana oğul birlikte, adeta yalıtılmış bir hayat yaşıyorlar. Otuzlarındaki genç anne işi ile evi arasında geçiriyor hayatını. Noburu’nun ergenlik çağına girmesi ile birlikte anne ile oğul arasına mahremiyet giriyor. Anne Fusako Kuroda kendini, bedenini sakınmaya başlıyor. “Böyle ikide bir annenin odasına dalmaktan vaz geçmenin zamanı geldi artık, eskisi gibi bebek değilsin yavrum” diyor. Bu sözler Noburu’yu daha da kışkırtıyor. Annesinin mahremini, kadın vücudunu daha çok merak ediyor. Rastlantıyla odasında bulduğu bir delik sayesinde yatma zamanı annesini gizlice izliyor.
Noburu bir çocuk çetesine üye. Yaşama oldukça nihilist bakışları var. “Yaşamın bir-iki basit belirti ve karardan oluştuğunu; ölümün doğum ânında kök saldığını ve insanın ömür boyu bu kökü sulayıp yetiştirmekle yükümlü olduğunu düşünüyor”. Babalar ve öğretmenlere düşmanlar, onları üstlendikleri roller nedeiyle günah işlemekle suçluyorlar. Çünkü toplumu oluşturmak (öğretmenlik) da, üremek de (babalık) uydurma masallar. 13 yaşında çocuklara yakıştırılan bu görüşlerin asıl sahibinin Mişima olduğunu anlıyoruz. Mişima’nın Samuraylığa özenmesi, çete kurması ve nihayetinde Japonya’nın savaşta yenilmesi üzerine derin bir düş kırıklığına uğrayıp genç yaşta kanlı bir biçimde intihar etmesinin temelinde bu tür düşünceler var.
Ana oğulun yalıtılmış yaşamı annenin bir kaptanla yemeğe çıkması ve gecenin bir vakti onu eve getirmesi ile yeni bir evreye giriyor. Noburu gizli delikten onları izliyor gece boyu. Bir gün önce gemisini ziyaret ettikleri ikinci kaptan Tsukazaki bu adam. Bir yanıyla gemilere ve gemiciliğe hayran Noburu’nun idealindeki kişi. Denizler fatihi yalnız bir adam. Bir ailesi, bir ilişkisi yok, başına buyruk. Sarmalı görüyor Noburu; “Noburu ve annesi – annesi ve adam – adam ve deniz – deniz ve Noburu.”
Oysa Ryuji Tsukazaki çoktan denizlerden de denizcilikten de yorulmuştur. Onlarca yıldır denizde, bir bağı olmaksızın tek başına yaşamıştır. Artık bir evi, bir ailesi olsun istemektedir. Fusako, güzelliğiyle aradığı kadın olmasını yanında sağlam işi, düzenli ev hayatı ile de karada kuracağı hayat için ona uygun görünmektedir. Bir çocukla yaşam mücadelesi veren başarılı iş kadını Fusako için de Ryuji uygun bir eş, oğlu için ideal bir baba, iş yerinde iyi bir destek gibi görünmektedir.
Noboru, Ryuji’den denizcilik öyküleri dinleyip, denizcilik bilgileri edindikçe hayranlığı artar. Ryuji’nin izninin bitip denizlere maceralara dönmesini heyecanla beklemektedir. Ryuji’nin denizciliği bırakıp evlerine yerleşeceğini anlayınca hayal kırıklığına uğrar. Annesi ile evlenince de Noburu Ryuji’ye düşman olur. Sonunda varılacak nokta ise dehşet vericidir.
Marguerite Yourcenar "İnce, bıçak ağzı gibi dondurucu bir kusursuzlukta," diye tanımlamış “Denizi Yitiren Denizci”yi. Gerçekten de kanlı bir dehşet öyküsünü bu denli soğukkanlı ve şiirsel anlatmak her yazarın harcı değil. Japonya’da 1963’de, ABD’de 1965’de yayımlanan, sinemaya da uyarlanan “Denizi Yitiren Denizci”nin Türkçe’de ilk baskısı kırk yıl önce 1973’de Sander Yayınları’ndan yine Seçkin Selvi’nin İngilizceden yaptığı çeviri ile yayımlanmış, bir daha da basılmamış. Çeviri hâlâ tazeliğini koruyor. İyi romanları özleyenlere öneriyorum.
08.08.2013

Yorumlar