Ezra Pound



Ezra Pound büyük bir şair olmasının yanında siyasi görüşleri ve eylemleri ile de gündemde olmuş, tartışılmış bir entelektüel. Ezra Pound’un yaşam öyküsünü anlatmak istediğinizde bir dizi paradoksla karşılaşıyorsunuz. “Konfüçyüs hayranı barış aktivisti, vatan haini, faşist ve şair...” ve akıl hastanesine kapatılması gereken bir deli. Alec Marsh “Ezra Pound” (Eylül 2015, çev. Şahika tokel, Yapı Kredi yay.) biyografisinde şairin bütün yönlerinin ele alıp derinlemesine araştırırken bu paradoksu anlamamıza da yardımcı oluyor.
Ezra Pound’un yaşam öyküsü aslında büyük bir şairin, iyi bir entelektüelin nasıl yetiştiğinin somut bir örneği gibi gelişiyor. Akıllı, sorgulayan ve hızlı öğrenen bir öğrenci. Kültür ve siyasetle yoğrulmuş iyi bir aileden geliyor. Çok küçük yaşlarda şiir yazmaya başlıyor. Yabancı dilleri öğrenmeye çok yatkın. 15 yaşındayken üniversiteye kabul ediliyor. Şair dostları William Carlos Williams ve sonraları H.D imzasını kullanacak olan Hilda Doolittle’la tanışıyor. Almanca, Fransızca, İspanyolca’nın yanı sıra Eski Yunanca, Eski Fransızca, Eski Porvence dili ve Eski İngilizce çalışıyor. Provence şiirinden, Trubadurlardan çeviriler yapıyor. Lope de Vega’nın oyunlarındaki nükteci figür üzerine yaptığı doktorasının araştırmaları için Avrupa’ya gitttiğinde profesyonel bilim adamı olamayacağını, tek bir konuya odaklanıp hayatını harcayamayacağını anlıyor ve bu engin kültürel birikimin tamamını kavraması gerektiğine karar veriyor. Ama akademik çalışmalarını bırakmıyor. 22 yaşında Roman dilleri öğretmeni oluyor. İki yıl içinde profesör ve bölüm başkanı olabilir. Ama ahlaksızlıkla suçlanarak okuldan atılıyor. Bu aynı zamanda akademik yaşamının bitmesi ve hayatını şair olarak sürdürmeye başlaması da demek.
New York’tan gemiye binip Venedik’e gidiyor. Amacı popüler bir yazar olup hızla zengin olmak. Ama ilk şiir kitabını kendi olanaklarıyla ancak 150 adet bastırabiliyor. 1908’de Londra’ya gidişi ile hem kendi hayatı hem de çağdaş şiirin yörüngesi değişiyor. Entelektüel çevrelere giriyor. W.B. Yeats ve Ford Madox Ford’la tanışıyor. Dergilerde yazmaya başlıyor. Yeats’in sekreterliğini yapıyor. Zamanla dergilerin editoryal kadrolarında yer alıyor. Küçük yayınevlerinde sözü geçen biri haline geliyor. Editörlükteki öngörüleri hayranlık uyandırıyor. Yeni dergiler yayınlanmasını, yayınevleri kurulmasını sağlıyor. Trieste’de yaşayan James Joyce’a burs buluyor, sonra da “Sanatçının Bir Genç Adam Olarak Portresini” bastırıyor. Yasaklanacağı çekincesiyle kimsenin basmak istemediği Joyce’un Ulysses’inin bir dergide tefrika edilmesini sağlıyor. Pencaplı şair Tagore’un İngiltere’de yayınlanmasını sağlıyor. T.S Elliot’la dostlukları ve şiirdeki işbirliklerinin derinliği ise biliniyor. Gerektiğinde cebinden harcayıp, borçlanıp desteklediği şairlerin, arkadaşlarının kitaplarının basılmasını sağlıyor. Alec Marsh, desteklediği üç şairin Yeats, Elliot ve Tagore’un Nobel Edebiyat Ödülü aldığına dikkati çekiyor.
İlişkiler tek taraflı değil. Ford Madox Ford da Pound’un eski diller, sözcükler, söyleyişleriyle garipsenen şiirlerinin yayımlanmasını sağlıyor. Pound bir şair olarak tanınmaya başlıyor.  Modernist edebiyatın temellerinin atıldığı yıllar ve bunun en önemli mimarlarından biri Ezra Pound. Pound modernizmin Batı’nın ikinci rönesansı olduğunu düşünüyor ve I. Dünya Savaşı’nın başlamasının bu rönesansı öldürüdüğüne inanıyor. Büyük bir savaş karşıtı. Hep barışı savunmuş.
Edebi yaşamı hızla gelişirken aşk yaşamı da oldukça karmaşık. Birden fazla kadınla ilişkisi var. Evlense de durum değişmiyor. Bu aşk ilişkilerinin yarattığı karmaşa onun oldukça zamanını alıyor. Bu aşk karmaşasından uzaklaşma arzusu İngiltere’yi terk etmesinin gerekçelerinden biri oluyor. Ama aşk peşini bırakmayacak. Yerleştiği Paris’te en büyük aşkını Olga’yı bulacaktır. Yaşamının hiçbir döneminde tek eşli olmadığımı da belirtelim.
Paris’te Ernest Hemingway’le, Gertrude Stein’la tanışıyor. Bestecilerle, ressamlarla dostluk kuruyor. François Villion’un son gecesini anlattığı bir opera yazıyor.
Ezra Pound için en önemli dönüm noktası Çin Şiiri’ni ve ardından Konfüçyüs’ü tanıması olsa gerek. Modernist şiirin temellerinde ne kadar Çin Şiiri ve sanatı varsa Pound’un başyapıtı Kantolar’ın da esin kaynağı onlar. İmajizm, vortisizm gibi akımların da bu Çin araştırmalarından kaynaklandığını belirtiyor Alec Marsh. Pound Çin ve Japon düşüncesi üzerine araştırmalarını derinleştiriyor. Konfüçyüs’ün metinlerini çevirip yayımlıyor. Konfüçyüs’ün benlik, aile ve devletle ilgili görüşlerinin Batı için de kurtuluş olduğunu savunuyor. Yazdıklarından bir yandan da Latin edebiyatı üzerine de çalıştığı, Latince’de yetkinleştiği, Turbadurları da incelemeye devam ettiği anlaşılıyor.
Bu araştırmalar, eski diller üzerine çalışmalar sonuç olarak başyapıtı olan Kantolar’ı doğuracaktır. Kantolar’ı oluşturan düşünce yapısının ise Konfüçyüs’ten başlayıp Faşizm’e vardığı anlaşılıyor. İdealden gerçek olana, şiirden ekonomiye ve nihayet siyasete doğru yol alıyor. Çağdaş bir sanatçının ekonomi bilmesinin ön koşul olduğunu savunuyor. “Acımasız açgözlülüğe karşı insan yaratıcılığının, kaosa karşı medeni düzenin, sahte değerlere karşı gerçek değerlerin, lükse karşı cumhuriyetçi dürüstlüğün” mücadelesi için bu gerekli. Savaşlar kâr için kışkırtılmaktadır. Finans ve savaş çağdaş hayatın düşmanıdır. Para araç olmaktan çıkıp amaç olmuştur. Okuduğunuzda sosyalist düşüncenin ifadesi olarak değerlendirebileceğiniz bu görüşlerin faşizme, anitsemitizme varması ise ilginç bir olgu. Bunu Pound’un yaşadığı dönemle, I. Büyük Savaş sonrası bir yeni savaşa hazırlanılırken varılan yanlış bir liman olarak açıklamak yeterli mi? Yoksa Ezra Pound’un her şeyi sadece kendisinin bildiği inancıyla şişen egosunun da payı var mı bu durumda? Unutmamalı ki Mussolini ilk yola çıktığında partili bir sosyalistti. Savaşın sonunda yakalanıp öldürüldüğünde de “İtalyan Sosyalist Cumhuriyeti”nin cumhurbaşkanı payesini taşıyordu. Sosyalizmle faşizm arasında uzun bir yol yok. Sosyalizmi yerelleştireceğim diye milliyetçi ideoloji ile harmanlayınca “nasyonal sosyalizm”e, faşizme varıyorsunuz.
Sonuçta Ezra Pound şiirle, edebiyatla uğraştığından çok ekonomi ve siyaset üzerine çalışıyor, hatta bu konularda kitaplar da yazıyor. Kendine has ekonomi politikaları geliştiriyor. Kendi ekonomipolitiği ile dünyayı açıklıyor. Para ve onun yarattığı emek karşılığı olmayan faiz ve tabii tefecilik ortadan kaldırıldığında her şeyin düzeleceğine inanıyor. Yani insanlara yeni bir yaşam biçimi önerecek bir düşünür gibi davranıyor.
Ezra Pound savaşların nedeninin para üzerine kurulu ekonomi olduğuna ve büyük bir savaşın yaklaştığına inandığı için savaşı önlemek arzusuyla radyo konuşmaları yapıyor. Radyo konuşmalarında sürekli finans çevrelerinin askeri sanayinden para kazanmak için savaş çıkarmaya çalıştığını söylüyor, ABD yönetimini bu oyuna gelmemesi, Avrupa’daki savaşa katılmaması yolunda uyarıyor. Bu amaçla siyasi içerikli kitaplar yazıyor, hatta siyasileri bizzat uyarmak için ABD’ye seyahat bile ediyor.
Girişimlerinden sonuç alamayacağını savaşı önleyemediğini anlayıp umutsuzluğa kapılıyor, vatanına dönmek istiyor ama bu kez de ABD onu kabul etmiyor. Herhalde niyetleri daha sonra savaş suçlusu olarak tutuklayıp yargılamak. Ezra Pound tutuklanıp bir kafese konduğunda yanında sadece Konfüçyüs’ün bir kitabı var.
Benim esas ilgimi çeken her şeyin bittiği bu noktada Ezra Pound’un kendiyle bir hesaplaşmaya girmemiş, özeleştiri yapmamış olması. ABD’ye götürülüyor, hapis ediliyor, sonra en tehlikeli suçlularla birlikte 13 yıl akıl hastanesinde tutuluyor ama o yine aynı anlayışta. ABD’nin en aşırı sağcıları ile bağlantı kuruyor. Onların dergilerinde yazıyor, kitapları onların yayınevlerinden çıkıyor. O dönem yazdığı tüm Kantolar’da da şifreli de olsa bu sağcı düşünceleri savunmaya devam ediyor. Onlar da Pound’u baştacı ediyor.
Alec Marsh iyi bir Pound araştırmacısı. Hem Pound’un yaşamını en ince ayrıntısına dek araştırmış, hem de Pound’un yazılarını, mektuplarını, şiirlerini ve başyapıtı “Kantolar”ı objektif bir bakışla inceleyip yaşam öyküsünü, düşünce yapısını tahlil etmiş. 1000 sayfada yazılacak şeyleri hiçbir şeyi atlamadan 228 sayfada anlatmış.
13.11.15

Yorumlar