“Artık zaman diye bir şey yoktu”



Patricia Highsmith’in kahramanı Tom Ripley polisiye edebiyatta bir efsanedir. Patricia Highsmith suçu tespit etme, suçluyu bulmak üzerinden gelişen klasik polisiyelerin aksine suçlunun yakalanmamayı başarmasını anlatıyor. Highsmith’in romanlarında Tom Ripley başta cinayet olmak üzere çeşitli suçlar işler ve tüm polis ve detektif takiplerine, hatta sorgulamalara ve kesin gibi görünen delillere rağmen yakalanmaz. Roman boyunca yakalanmamak için neler yaptığının, dellilleri nasıl yok edip, nasıl ustalıkla stratejiler geliştirerek başta detektifler ve polis olmak üzere herkesi suçsuzluğuna ikna ettiğinin şahiti oluruz.
Patricia Highsmith’in başarısı bu antikahramanı sevimli hale getirebilmiş olmasıdır. İşlediği suçları tabii ki onaylamayız, nasıl yakalanacak diye merak ederiz ama bir yanımızla ona sempati duyup yakalanmasını istemez, yeni bir romanda maceralarını sürdürmesini dileriz. Patricia Highsmith ince ince işlediği ayrıntılarda kahramanını sempatikleştirerek bizi bu duyguya getirir. Tom Ripley çok kanlı cinayetler işler, hiçbir zaman işlediği suçtan pişman olmaz. Yakalanmaması, yaşamını özgürce sürdürebilmesi için bu cinayetleri işlemesi gerektiğine kendini de bizi de ikna eder. Sonuçta okuduğumuz bir romandır. Highsmith’in anlatımıyla da kurgunun kendi içinde bir gerçekliği olduğuna ikna oluruz, Ripley’i ve yapıp ettiklerini kurgu gerçekliği içinde kabul ederiz.
Ripley’in maceraları 1955 – 91 yılları arasında yayımlanan beş romandan oluşuyor. Bir polisiye dizisi için kitaplar çok aralıklı yayımlanmış ama buna rağmen okur kahramandan ve romanlardan hiç kopmamış, sürekli takipçisi olmuş.
Dizinin ilk kitabı “Yetenekli Bay Ripley” 1955’de yayımlanmış onu 15 yıl sonra “Ripley Yeraltında” (1970) izlemiş, “Ripley’in Oyunu” (1974), “Ripley ve Peşindeki Çocuk” (1980), “Ripley Su Altında” (1991) diğer kitaplar. Ripley’le 1991’de Remzi Kitapevi’nin Çilekli Kitaplar Dizisi’nde tanıştık. Ripley’lerin üç kitabı bu dizide yayımlandı. “Ripley Su Altında” 2000 yılında Can Yayınları’ndan çıktı. “Ripley ve Peşindeki Çocuk”u ise Can Yayınları’nın tüm Ripley dizisini toplu olarak basımından 2016’da okuyoruz.
“Ripley ve Peşindeki Çocuk” (Mart 2016, çev. Tülin Cansunar, Can yay.) dizinin üçüncü kitabı ama yayıncılarımız sıralamayı önemsemeyip onu atlamış dördüncü kitaba geçmişler. Ripley’in maceraları birbiri ile bağlantılı olmasa da kahramanının yaşamı ve işlediği suçların anımsanması ile önceki romanlara göndermeler de var kitaplarda.         
“Ripley ve Peşindeki Çocuk”un Türkçeye çevrilmemesinin nedeninin dizinin diğer kitaplarından farklılığından kaynaklandığını düşünüyorum. Roman boyunca Ripley’in diğer kitaplardaki gibi tepkiler vermesini bekliyoruz ama Patricia Highsmith zaman zaman diğer romanlarında yaptığı gibi bizi şaşırtıyor.
Önceki maceralarda Ripley, arkadaşını öldürüp sahte bir vasiyetname ile mal varlığını ele geçirdikten sonra Héloise adlı genç, güzel ve varlıklı bir kadınla evlenip Paris yakınlarındaki bir köye, Belle Ombre’de bir villaya yerleşmişti. Genç çift günlerini müzik dersleri alarak, kitap okuyup, geziler yaparak, bahçe işleriyle uğraşarak, dostlarıyla buluşarak geçiriyor.
Bu ideal yaşama rağmen Ripley yine rahat durmuyor, karısına belli etmeden kanunsuz işlerine devam ediyor. Eski hızında olmasa da sahte tablo işini sürdürüyor. Almanya’daki bağlantılarının Fransa’daki eylemlerine de yataklık ediyor. Almanya’dan gelen konukları misafir ediyor ya da küçük destekler veriyor. Ama en önemlisi birileri tarafından tanınıp eskiden işlediği suçlar nedeniyle polise yakalanmaktan korkuyor. O nedenle biraz izole bir yaşamı var, mümkün olduğunca az kişi ile görüşüyor.  
Bir gün 16 yaşında Amerikalı bir çocuğun kendisini izlediğini fark ediyor. Kendisini tanıdığı için mi izliyor yoksa bir vatandaşına rastladığı için mi ilgi duymuş anlamak için çocukla tanışıyor. Kısa zamanda dostluk kuruyor ve Frank’in zengin bir Amerikalı ailenin oğlu olduğunu, tekerlekli sandalyeye mahkûm babası malikânelerinin önündeki kayalıklardan aşağıya düşüp öldükten sonra evden kaçıp Fransa’ya geldiğini ve yakınlardaki bir evde bahçıvanlık yaptığını öğreniyor. Çocuğun babasını öldürmüş olabileceğinden şüpheleniyor.
Ailesi tuttuğu bir detektifi ve Frank’in ağabeyini çocuğu bulması için Fransa’ya yollamıştır. Çocukla ilgili haberler, ailesinin aradığı bilgisi ile gazetelere yansımaya başlayınca Ripley birilerinin Frank’i tanıyacağını ve kaçırıp zengin aileden fidye isteyebileceğini düşünüyor. Önceki kitaplarda neler yaptığını bildiğimiz için Frank’i kaçıranın ya da en azından Almanya’daki bağlantılarına kaçırtıp fidye istetenin Ripley olacağını düşünüyoruz ama yanılıyoruz. Ripley himayesine aldığı Frank’i Fransa dışına çıkartmaya, ailesinin yanına yollamaya karar veriyor. Frank için sahte pasaport hazırlatıyor. Turist rotalarının dışında olduğu için tanınma olasılığının en az olduğu Berlin’e götürüp orada ikna ederek Amerika’ya yollamaya karar veriyor.
70’ler Soğuk savaş yılları. Batı Berlin bir ada gibi, duvarlarla çevrili, izole bir yer. Ripley ve Frank Batı Berlin’e gidiyor ve olaylar hızla gelişiyor. Çocuk kaçırılacak, fidye istenecek, Ripley kendini olayların ortasında bulacak ve yine cinayet işleyecektir. Ama bu kez suçluların yanında değildir ve herşeyi çok fazla tanımadığı ama bağlandığı çocuğu kurtarıp, sağ olarak ailesine teslim etmek için yapmaktadır.
Önceki romanlardan Tom Ripley’in gay, biseksüel eğilimleri olduğu biliniyor. Frank’i himayesine alıp tüm alışkanlıklarının aksine davranmasında bu hislerin etkisi olmuş olabileceğine dikkati çekmiş eleştirmenler ve romanda bu yönde bazı ipuçları bulmuşlar. Tabii ki bunlar yorum, açıkca böyle bir durum yok. Ama Berlin’deki bağlantıları nedeniyle LGBT bireylerin bulunduğu ortamlarda olayların gelişmesi, olayların büyük bir bölümünün bir gay barda yaşanmış olması, Ripley’in fidyeciler tarafından tanınmamak için kadın kıyafeti giymesi ve bir travesti olarak algılanmasına rağmen hoş görülmesi gibi ayrıntılar önemli. Ripley’in önceki maceralarda gay olarak algılanmaktan çekindiğine, onlara uzak durduğuna oysa bu romanda gaylere karşı daha sempatik ve olumlu yaklaştığına da dikkat çekiliyor.  
Patricia Highsmith’in Ripley dizisi diğer romanlarında olduğu gibi sadece iyi birer polisiye daha doğrusu suç romanı olmalarının yanısıra anlatımları, toplumsal yaşamı ve karakterlerin çözümlemelerindeki farklı bakışla birer edebiyat eseri olarak da okunabilecek nitelikte. 
14.04.2016

Yorumlar