“Soyut resimler gibiydi Jaklin. Uydurmak isteyene mana
doluydu, gönlü olmayan içinse deli saçmasıydı” cümleleri Ece Erdoğuş’un romanı
“Tuhaf Hikâyeleri Sever misiniz?”in anafikrini oluşturuyor. Kitabın arka
kapağına da alıntılanan cümlelerin devamının okursanız nasıl bir kahramanla
karşılaşacağınızı daha iyi anlıyosunuz. “Şimdi, tam tamına otuz yaşındayken
komodinin gözünde uzun zamandır kullanmadığı bir jilet gizliydi ve kolundaki
yara izlerinin üzerinde kocaman, uçuk pembe bir opium çiçeğiyle dalları
çiziliydi. Jaklin, Bahariye Caddesi’nin kalabalığında, garsonluk yaptığı bara
doğru adımlarını peş peşe dizerken bir roman kahramanı olacağından henüz
habersizdi.”
İsminin gerçek olmaması onun hayatında birçok şeyin gerçek
olmamasının işareti gibi. Doğduğunda verilen adı beğenmemiş, kendi ismini
kendisi seçmiş. Kendi ismini seçtiği gibi kendine bir yaşam öyküsü de uydurmuş.
Bu yaşam öyküsüne de gerçek olmayan birçok anılar, hikayeler eklemiş. Hayal etmeyi
ve uydurmayı seviyor. Uydurduğu bu hikayelerin birbiri ile çelişmesine
aldırmıyor. Yeter ki hikaye olsun, boşluk kalmasın.
Daha romanın başında kahramanını böyle anlatıyor yazar.
Jale’yken sıradan, normal bir yaşamı olmuş. Diğer insanlara benzer şeyler
yaşamış, özel okullara gidemediği için normal okullarda okumuş, liseyi
bitirmiş. Üniversitede, Türk dili ve Edebiyatı bölümünde okurken okulu yarıda
bırakmış. Yaşamındaki boşluğu doldurmak için acıyı tanımak istemiş. Evdeki en
keskin bıçakla kollarında bacaklarında yaralar açmış. Sonra jileti denemiş.Bunu
fark eden annesi de onu eşşek sudan gelinceye kadar dövmüş.
Bir barda çalışıyor. Kötü barlarda uyduruk gruplarla çalan baterist
sevgilisi ile yaşıyor. Jaklin ne kadar hareketli ve karmaşıksa Ringo da aksine
sessiz sakin. Ağzından hemen hiç laf çıkmıyor. Yani birbirlerini tamamlıyorlar.
Jaklin kendini yalnız hissediyor. Can sıkıntısı ve boşluk
içini sarmış. Bol bol düşünüyor. İnsanlara, yaşananlara, ilişkilere, her şeye
kızıyor öfkeleniyor. Herkesin hikayesinin ufak farklarla birbirinin aynısı
olması kızgınlığını iyice artırıyor. İnsanlardan nefret ediyor. O hem giyinişi
ve görünüşü ile hem de hikayeleriyle herkesten farklı olmak istiyor.
Yaşadıklarının ya da yaşadım diye uydurduklarının çok ilginç
olduğunu düşünüyor. Oturup bir yazabilse milyonlarca satacak, onlarca dile
çevrilecek ve hemen Nobel’i alacak. Ama yazamıyor. En iyisi yazdırmak. Onu en
iyi Beckett anlatabilir ama ne yazık ki o da çoktan ölmüş.
Ve bir gün barda bir yazarla karşılaşıyor. Bara düzenli
olarak gelen Kadıköy Kadıköy Gazetesi’nde İzzet Aysan Roman Ödülü’nü ilk romanı
ile kazandığını okuduğu, “plaketi tutan uzun ince parmaklarına ve sapsarı
yılışık gülümsemesine bela okumuş, küfür etmiş” olduğu yazar karşısındadır.
Bira servisi yaparken yazara iltifatlarla etmeye, yazdıklarını hiç okumamış
olmasına rağmen övgü dolu sözler etmeye başlıyor.
Çetin bu iltifatları önce şüpheyle karşılasa da ödüllü olsa
da ilk kitabıyla tanınmamış bir yazar olarak yaşamında ilk kez böyle sözler
duyduğu için gururu okşanıyor, hoşuna gidiyor.
“Yazılsa hayatım roman olur” diye düşünen bir okur ve
uyduruk da olsa bir ödül almış, kitabı yayımlanmış bir yazar biraraya gelince
ne olur? Okur anlatır yazar kaleme alır ve ortaya bir roman çıkar.
Bu aslında pek rastlanan bir durum değil. Gerekli koşulların
sağlanması gerekiyor. Öncelikle de yazarın ikna olması, okurun hayatını roman
olarak yazmayı istemesi gerek. Jaklin bunun güzellikle olmayacağını anlayınca
Çetin’in ikinci kez bara gelişinde birasına ilaç katıyor. Sonra da alıp evine
götürüyor.
Çetin bir sandalyeye sıkıca bağlı, ağzı bantlanmış olarak
kendine geliyor. Bu durumdan kurtulması için yapması gereken de Jaklin’in
anlattıklarını roman olarak yazmasıdır. Kurtulamayacağını anlayınca bir süre
sonra razı oluyor ve yazmaya başlıyor.
Ercan y Yılmaz’ın “Sahir”inde de yazar benzer bir durumda
buluyordu kendini. Ama orada okurlar bizi neden yazdın, niye rezil ettin diye
hesap sormak amacıyla yazarı sandalyeye bağlamışlardı. Böylece bu yılın sandalyeye
yazar bağlı ikinci romanını okumuş oluyoruz. Neyse ki birbirlerinden oldukça
farklı, benzerliği olmayan romanlar...
Ece Erdoğuş “Tuhaf Hikâyeleri Sever misiniz?”de (Haziran
2016, İletişim yay.) hayatım roman diyen okurla yazarını biraraya getirirken
farklı boyutlara uzanmış. Adı dahil her şeyi yalan (ya da uydurma) olan kahramanı
Jaklin’i anlatarak insanın ne zaman gerçeklik duygusunu yitirdiğini, delirme
aşamasına geldiğini anlatıyor. Jaklin içinde birikenleri anlatarak, yazdırıp
paylaşarak hem kendini tanıyacağını hem de rahatlacağını, boşluk ve yalnızlık
duygusundan kurtulacağını umuyor. Diğer yandan Çetin de bir alem. Aslında onun
da adı dahil her şeyi uydurma ve sahte. Hayatta hiçbir şeyde başarılı olamamış
bir genç. Biraz da özentiyle yazar olmaya soyunmuş. İsmini beğenmemiş takma
isim bulmuş. Özendiği yazarlar gibi yaşamaya, davranmaya çalışıp bir yazar
karikatürü haline gelmiş. Kendi parasıyla da olsa kitabını yayınlatmış, bir
ödül almış ama anne babası dahil hiç kimseyi yazar olduğuna inandıramamış. Bir
okur tarafından kaçırılıp zorla yaşam öyküsünün roman olarak yazdırıldığına
bile inanmıyor kimse.
Çetin’in yazarlık macerasını anlatırken yazar yayıncı
ilişkilerine, yazar olmaya özenen birinin başına neler geleceğine değiniyor ve
tabii mizahi bir dille eleştiriyor Ece Erdoğuş.
Çetin başka türlü kurtulamayacağını anlayınca Jaklin’in
anlattıklarını yazmaya başlıyor. Çetin’in kafasında bir yazar imajı ve bir
roman klişesi var. O klişeye uygun olarak duyduklarını eklemeler yaparak, süslü
cümleler, abartılı benzetmeler ve bol bol abartılı deyim ve imgeyle kaleme
alıyor. Çünkü Jaklin’in anlattıkları kardeşini öldürme, ev yakma, akıl hastanesinde
büyütülme gibi garip ve ilginç şeyler olmasına rağmen dinlediklerinin
kafasındaki roman formatına uymadığını, okurun ilgisini çekmeyeceğini
düşünüyor. Böylelikle yaşanmış ya da hayal edilmiş bir öykünün yazıya
geçirilirken nasıl değişeceğini de örneklemiş oluyor. Anlatılandan çok farklı
bir şey ortaya çıkıyor. Çetin’in yazdığı Jaklin’in düşlediği roman değildir.
“Tuhaf Hikâyeleri Sever misiniz?” delilikle normallik, gerçeklikle
hayal, yaşamla kurmaca gibi çelişkileri akıcı bir dille, mizah ve ironiyi
kullanarak anlatan bir roman. İnsan ilişkilerine, kent yaşamına, orta sınıfın
“normallik” dayatmalarına da eleştiriler getirmeyi ihmal etmiyor.
22.07.16
Yorumlar