Lucia, James – Nora Joyce çiftinin ikinci çocuğu. 25 Temmuz
1907’de Trieste’de doğmuş. Dâhi bir baba, hayatını ona vakfetmiş bir anne.
Sürekli ev ve yer değiştiriyorlar. Çoğunlukla otellerde kalıyorlar. Lucia’nın
ilk öğrendiği dil İtalyanca olmuş. Sonra buna üç dil daha eklenmiş. Paris'teki
Dalcroze Enstitüsünde dans eğitimi almış. Dans eğitimine Margaret Morris ve
sonra da Salzburg yakınlarındaki okulundaki Raymond Duncan (Isadora Duncan'ın
kardeşi) tarafından eğitilmiş. 1927'de Jean Renoir'in Hans Christian
Andersen'den uyarladığı La Petite marchande d'allumettes filminde kısa bir
düette oyuncak asker olarak dans etmiş. Çalışmalarını Lois Hutton, Hélène Vanel
ve Ballet Suédois'in baş dansçısı Jean Borlin'in yanında sürdürmüş.
Annabel Abbs romanı “Joyce’un Kızı”nı (Ocak 2017, çev. Özge
Onan, Hep Kitap) 1928’de Paris’te Lucia’nın bu başarı öykülerini yaşadığı
dönemde başlatıyor. Lucia bir yandan dans dersleri almakta diğer yandan yaptığı
gösteriler övgüyle karşılanmaktadır.
Paris Times, Vieux-Colombier tiyatrosundaki La Princesse
Primitive'deki performans sonrasında şunları yazar: "Lucia Joyce, tam
babasının kızı. James Joyce’un coşkusunu, enerjisini ve dehasının henüz belli
olmayan bir bölümünü almış.” Şu cümle de önemlidir; “Ritmik dans alanında
gerçek kapasitesine ulaştığında, James Joyce artık kızının babası olarak
tanınabilir.”
28 Mayıs 1929'da, Paris'teki Bal Bullier'de düzenlenen dans
festivalinde altı finalist arasına seçilir. İkinci olması üzerine babası ve
genç Samuel Beckett'in de aralarında yer aldığı izleyici, performansının
olağanüstü olduğunu düşündükleri Lucia’nın birinci olması gerektiği
düşüncesiyle jüriyi protesto eder.
Bu başarı öyküsü yazık ki kısa sürecektir. Anne Nora,
kızının açık saçık kıyafetlerle dans etmesini tasvip etmemekte, evde dans
çalışırken babasının dikkatini dağıttığını düşünmektedir. Lucia çok iyi
teklifler alsa da Nora gençlik çağındaki kızını Paris’te bırakmaya razı olmaz
ve babasının ilham perisini de yanlarına alarak uzun bir seyahate çıkarlar. Bu
dans çalışmalarının aksaması, hatta tamamen bitmesi anlamına da gelmektedir.
Baba Joyce kızına dans yerine önce ciltçilik yapmasını önerir, sonra da resim
dersleri almasına karar verir. Lucia da dans derslerinin yoğunluğuna bedenen ve
ruhen dayanamayacağını düşünmektedir. Bir süre dans dersi verse de sonunda anne
– babasının isteklerine boyun eğer.
Dahi anne babaların çocuklarının yaşamlarının çoğunlukla
başarısızlıklarla dolu olduğunu biliyoruz. Bunda kuşkusuz tüm olanakların
ailedeki dahî için kullanılması ve çocukların gözardı edilmesi, hatta
engellenmesi etkili oluyor. Anne Nora, oğlu Giorgio’ya biraz daha şefkatli olsa
da kızını neredeyse bir rakip ve baba Joyce’un işini yürütmesine engel olarak
görüyor. Baba James Joyce içinse kızı Lucia “ilham kaynağı” olarak hep yanında
olması gereken biri. Başka bir iş yapmasına gerek olmadığı gibi geleceğini de
kendine göre belirlemesine de izin yok. Lucia annesinin baskısı, babasının
aşırı müsamahası arasında kalıyor ve kişiliğini bulamıyor. Tabii hastalığın
nedenleri arasında çocukluk çağlarından gelen, bastırılıp unutulmaya çalışılmış
olaylar, anılar da var.
Ulysses’le büyük başarı kazanan Joyce yeni romanına
çalışmaktadır. Gözlerinin görme yetisi oldukça azaldığı için hayranları
kendisine gönüllü olarak yardım etmekte, sekreterlik yapmaktadır. Bu
sekreterlerden biri de genç Samuel Beckett olacaktır. Lucia sık sık evde
karşılaştığı Beckett’e ilgi duyar, bu ilgisi de karşılıksız kalmaz. İki genç
flört etmeye başlar.
Lucia’nın tek hayali bir an önce evlenip anne – baba
baskısından kurtulup gönlünce bir hayat yaşamak, dans etmeye devam etmektir.
Beckett de evlilik için en uygun aday gibi görünmektedir. 18 aylık ilişki
Beckett’in yalnızca babasıyla ve yazılarıyla ilgilendiği cevabı ile noktalanır.
Samuel Beckett'le ilişkisinin kopmasından bir yıl sonra, 1930'da Lucia zihinsel
hastalık belirtileri göstermeye başlar.
Danstan koparılması, Beckett’le ilişkisini izleyen ve biri
nişanla sonuçlanan ilişkilerinin de hüsranla bitmesinin hastalığını tetiklediği
anlaşılıyor.
1934’de psikanaliz uzmanı Carl Gustav Jung’un hastası olarak
görüyoruz Lucia’yı. Lucia, anılarını yazıyor. Jung’un kanısı tedavinin başarıya
ulaşması için baba James Joyce’un kızından uzaklaşması gerektiğidir. Ama James
Joyce söz verse de Zürih’in terk etmez. Gizlice kızıyla buluşmaya devam eder.
Yazmakta olduğu Finnegans Wake’in de ilham kaynağı kızıdır
ve ondan hiç uzaklaşmak istemez. Hasta olduğunu da kabullenmez. Onlarca doktor
değiştirilir, çeşitli kentlerde hastanalere yatar Lucia doktorlar ya hiç teşhis
koyamaz ya da farklı sonuçlara varır. Lucia’ya
1930'lu yılların ortalarında şizofren teşhisi konur. Çeşitli hastanelerde
yattıktan sonra 1951'de Lucia, Northampton'daki St Andrew Sağlık Merkezi’ne
nakledilir ve burada 1982'de ölümüne kadar kalır. Samuel Beckett’in başlığa
aldığım “Lucia denen köz, önce parladı, sonra söndü” cümlesi bu trajik yaşamı
bir nebze ifade ediyor.
Annabel Abbs’in “Joyce’un Kızı” belge ve bilgilerin yazarın
katkısıyla bütünleştirilmesine dayanıyor. James Joyce’un hatta anne Nora’nın
yaşam öyküleri ayrıntılı olarak bilinse de Lucia’dan geriye bir şey
bırakılmamış. Başta Beckett’e olmak üzere mektupları imha edilmiş.
Annabel Abbs, romanı Lucia’nın ağzından, onun bakış açısıyla
yazmış.
“Joyce’un Kızı” iyi çalışılmış bir roman. “Belgesel roman”
mı, “tarihi roman” mı demek gerekir bilmiyorum ama verdiği bilgilerin çoğunun
belgelere dayanması “belgesel” olduğunu düşündürüyor. Lucia’nın tüm yaşam
öyküsünün bilinmemesi de yazara kolaylıklar sağlamış, edebi yanı güçlendirmiş.
Çünkü bu tip romanların en büyük handikapı gerçekliğe bağlı kalacağım derken
edebiyattan ödün verilmesidir. Annabel Abbs bu handikapları aşmayı başarmış. Gerçekleri,
belgeleri ve tabii James Joyce’u düşünmeden, bilmeden de okunabilecek
etkileyici bir roman ortaya çıkmış. 16.02.2017
Yorumlar