Minimalizm, “modern sanat ve müzikte, kökeni 1960'lara
giden, sadelik ve nesnelliği ön plana çıkaran bir akımdır” diye tanımlanıyor.
“Eksiltme, indirgeme ve kısıtlama teknikleriyle ve damıtma yoğunlaşma
süreçleriyle küçüklük ve sadeliğin sağlanması” sanatta minimalizm için ortak
bir beklenti. Gereksiz detaylardan ve süslemelerden kaçınmak plastik sanatlar
için minimalizmin bir koşulu gibi görünse de edebiyatta da bu yaklaşım beklenir.
“Yalınlık” da temel bir beklenti. Yalın olan da sade ve doğal oluyor. Robert
Browning’in “az çoktur” deyişi önemli bir kıstas.
Selçuk Orhan “Minimalizmin bir boşluk estetiği olduğunu,
minimalist yapıtlarda dengenin boşluk ekonomisi, yani boşlukla içeriğin
ağırlıklarının ayarlanması yoluyla kurulduğu” tezini savunur (“Boşluğun Öyküsü
Minimalizm, selcıkorhan.com).
“Boşluk estetiği” tanımı bana da yakın geliyor. Sanatçının,
yazarın bıraktığı boşlukları okurun tamamlaması yani kendi yorumunu eklemesi arzu
ediliyor. Aslında bu yazış biçimi gerçekliğe en yakın ifadeyi de sağlıyor.
Gerçek hayatta da yaşananları, olayları tam olarak bilemeyiz. Onları
yorumlamamız, kendimizce tamamlamamız gerekir. Yani minimalist yapıt okurun
katkısını gerektirir. Bu yorumun da yanlış olması, yanlışlıklar barındırması
kaçınılmazdır. Okurdan okura da değişken olacaktır tamamlama işlemi.
Selçuk Orhan “Minimalist yapıt anlamını okunarak değil şerh
edilerek kavrayacaktır. Ancak yapıtı oluşturan biçimsel ya da anlamsal ögelerin
bilinçli yalınlığı karşısında şerhe kalkışan kişi bir açmaza düşecektir” diyor.
Minimalizm yeni bir şey gibi görünüyor ama sanat ya da
edebiyat tarihini incelediğinizde çok eskilere dayandığını görüyoruz. Demokrit,
Heraklit ve Ezop’a kadar gidiyor geçmişi. Fransız edebiyatından da Pascal, La
Rochefoucauld, La Fontaine ve La Bruyère örnekleri veriliyor. Pek fazla geçmişe
uzanamayanlar için Samuel Beckett iyi bir örnektir. Tabii Raymond Carver da ilk
akla gelecek minimalistlerden. Ferit Edgü, Barış Bıçakçı ve Selçuk Altun, daha
geriye gidersek Vüsat O Bener, hatta Sait Faik...
Kısalığın minimalizm için bir koşul olmadığını da
söylemeliyim. Minimalizm bir anlayış, yaklaşım.
Motte Warren’in minimalist yapıt tanımı “azaltılmış söz
dağarı, kısa cümleler, karakterin düşünce veya duygularının ifadesinde
ketumluk, süsten uzak sade bir dil kullanımı ve abartıdan kaçınma, tarafsız
anlatıcı, hatta anlatıcı yokluğu, diyaloglara fazlaca yer verilmesi, çok az
sıfat kullanımı, iletişim aracı olarak esasen betimlemeye (diegesis) değil
gösterime (mimesis) yer verilmesi, gündelik yaşamın keskinliği, şimdiki zaman
üzerine vurgu” tanımı bana uygun görünüyor. Mehmet Fikret Aragüç’ün “Sanattan
Edebiyata Minimalizm ve Edebi Bir Uygulama” adlı makalesi bu konuda genel
bilgilenme için yararlı bir kaynak (bkz. “academia.edu/30707494/Sanattan_Edebiyata_Minimalizm_ve_Edebi_bir_Uygulama”).
Melike Uzun’un “Soğuk ve Temiz”i (2017, iletişim yay.) 130
sayfa. Altı satırlık bir bölümle başlıyor. Üç satırlık bölüm de var. Bir tane
beş sayfalık bölüm var. Genel olarak bölümler tek sayfada bitiyor. Boşluğu
sadece anlatının içeriğinde değil kitabın yapısında da önemsemiş. Beyazlıklar
okura durup düşünme, okuduğu bölümü anlama, anlamlandırma zamanı vermek için
konmuş sanki.
Romanın ana kahramanı Defne suskun, ezik, yaşayacaklarına
karşı çaresiz bir yapıda çıkıyor karşımıza. Asi nehri kıyısında bir ilçe.
Herhalde Hatay’ın bir ilçesi. Kenar mahallelerden birinde yoksul bir aile.
Kentleşen ama doğayla ilişkisini de henüz kesmemiş... Bir yanıyla çayır, çimen,
portakal bahçeleri, bir yanında da nehir var.
Defne tam bir ev kızı. Okulu, sanırım zorunlu eğitimi
tamamlar tamamlamaz eve kapatılmış. Ne yapılacağı söylenmeden evin tüm işini
yapıyor. Babasına, ağbilerine karşı saygılı. “Tek kusuru yavaşlığı” diyorlar.
Salyangozlardan bile yavaş.
Salyangoz benzetmesi manidar, çünkü Defne’nin salyangozlarla
ve sonra yılanlarla yakın ilişkisi var. Anlatıda da bunlar, salyangoz ve
yılanlar belirleyici işlevler yüklenecekler.
Kimseler fark etmese de içindeki sıkıntı yavaşça büyüyor. Ev
işlerini uzatmasının, aşırı titizliğinin temelinde bu sıkıntının olduğu
kuşkusuz.
Kısmeti gelir, kendisini bulur. Defne de diğer benzerleri
gibi evlendirilir. Üstelik iyi bir kısmetle, mahallenin zenginlerinden, İlyas Mobilya’nın
sahibinin oğlu İlyas’la. Zamanında boynuna yılan dolayıp korkuttuğu çocuktur
İlyas.
Defne bir çemberden çıkıp diğer çembere girmiştir. Ama
niyeti bir an önce çemberin dışına çıkmaktır. İçindeki yılan sesi de
gelişmelerin habercisidir.
Kaynanasının evindeki yaşamı baba evinde yaşadıklarından
farksızdır. Hamile kalması yaşamına değişiklik getirir. Deniz “Gadir Bayramı”nda
doğmuştur. Onuruna kurban edilen dananın kesip biçilmesinin simgesel anlamı ve
romanın başındaki Metrane imzalı alıntı öykü geliştikçe anlam kazanmaya
başlar.
Oğlu Deniz büyürken onun da sıkıntısı büyür. İçindeki tıss
sesi gün geçtikçe daha çok duyulmaya başlar. Gerçekçi anlatımın
simgeselleştiğini ve anlatının giderek fantastikleştiğini görürüz.
Defne’nin yaptığı mantar yemeğinden kocası İlyas’ın ölümü
ile roman yeni bir evreye girer. Ana oğul evi terk edip İstanbul’a gelirler ve
birlikte bir hayat kurarlar.
İstanbul bambaşka bir hayat, farklı mücadeleler demektir.
İstanbul’un derinliklerinde birlikte ayakta kalmaya çalışırlar. Deniz’in
tutuklanıp ölümü ile de Defne’nin tek bir yaşama amacı kalır.
Soğuk ve Temiz için arka kapakta “yokluğun, merhametsizliğin
ve hesaplaşmanın romanı” denmiş. Melike Uzun Defne’nin yaşamını anlatırken
minimalist bir anlayışla, sert ve gerçekçi bir dille merhametsizliğin yarattığı
yokluğu, yoksulluğu güçlü bir şekilde yansıtıyor. Defne’nin yaşamdaki
kararlılığın kaynakları ve nedenlerindeki boşlukları doldurmak da okura
kalıyor. Dikkatle okunması, hem biçim hem de içerik açısından tartışılması gereken
bir roman. 20.07.2017
Yorumlar